– Yattım, kalktım, çalıştım, tekrar yattım, tekrar kalktım, tekrar çalışmadım.
– Direndim, dayandım.
– Şaşırdım ve çok heyecanlandım. Bir süre sonra kabuğuma çekilip izlemeye başladım. Halen arada bir şaşırıyorum. Bence önemli bir his, insan şaşırma yetisini yitirirse yaşamak için hiçbir sebep kalmayabilir – ki bazen öyle de hissetmiyor değilim.
– Kitap okudum. Çokça. Adı Roberto Bolaño olan bir ölmüş Şilili yazarın önce 2666‘sını, sonra The Savage Detectives‘ini okudum. Aslında oldukça yavaş okudum. Araya başkaları da girdi, hiçbiri onun kadar etkilemedi.
– Yoga yaptım. Gereğinden fazla. Bazen her tarafım tutuluncaya, hatta vücudumda terin egemenliğini ilan etmediği yer kalmayıncaya kadar. Şimdi bu masada oturup bu kelimeleri bir araya getirebiliyorsam kanım kaynamıyor sanmayın. Bu kadar yoga yapmama rağmen halen başımın üstünde duramamam işin en acılı kısmı sanırım. Sabır diyorum, o da olacak diyorum, hırslanmıyorum, kökleniyorum (oysa köklenmek değil uçup gitmek benim istediğim sanırım ama o da olacak).
– Orhan Pamuk’un Yapı Kredi Yayınları’na geçer geçmez Doğan Kardeş serisinden çıkardığı Ben Bir Ağacım’a sırf henüz yayımlanmamış kitabı Kafamda Bir Tuhaflık‘tan bir bölüm içerdiği için baktım. Pamuk’un yeni kahramanı gündüz ortaokul öğrencisi, akşam yoğurtçu-bozacı Mevlut (evet “u” ile) şimdiden kafamın içinde dolanmaya, acaba başına neler gelecek diye merakımı cezbetmeye başladı. Pamuk daha ilk cümleden bir Türkçe katliamına girişmiş her zamanki gibi ama bu da onun alamet-i fahrikası değilse nedir? Kendisini dil ustalığı için değil rengarenk kahramanları için bağrıma basıyor, Kafamda Bir Tuhaflık‘ı iple çekiyorum.
– Filmler izledim (her zamanki gibi). Danny Boyle’un Trance‘i, Neil Jordan’ın Byzantium‘u, François Ozon’un Dans La Maison‘u, Ken Loach’un Spirit of ’45‘ı, Harmony Korine’in Spring Breakers‘ı, Lynne Ramsay’nin Morvern Callar‘ı şimdi aklıma gelenler. Sinema keyfime keyif katanlar şüphesiz Ozon ve Ramsay oldular.
– Dizilere takıldım. Yıllanmış vazgeçilmezim (nedense?!) True Blood dışında Hannibal girdi hayatıma. David Simons’un Treme‘sinin son sezonunu beklerken 2000 yılında yaptığı The Corner çıktı karşımıza, sindire sindire halen izliyoruz. Jane Campion’ın Sundance Film Festivali’nde yedi bölümü arka arkaya gösterilen Top of the Lake’ini izlerken her bölümde ayrı bir film izliyor gibi hissettik. İngiliz yapımı Broadchurch‘ü dün gece bitirdik. Sekiz bölüm boyunca katilin kim olduğu konusunda ser verip sır vermemesi iyiydi ama yine de “daha fazla dizi istemiyorum!” diyenlerdenseniz, boş verin gitsin.
– Bolca yüzdüm. Yalan. En son kayda değer denize girişim Nisan ortası Kuşadası Milli Park’taydı. Oraların bir tek bu buz gibi, berrak denizi burnumda tütüyor zaten. Bozcaada’da denize girmeye kalktım geçenlerde. Yosunlarla aram hoş değil. Ayrıca deniz tuzlu olmalı bence. Bu sene denizi pas geçmiş oldum.
– Çok gezmedim ama önümüzdeki dönemde biraz gezeceğim. İlk durak önümüzdeki 15-20 gün Berlin ve de Potsdam. Ardından değerlendirip değerlendirmeyeceğim henüz bilinmeyen bir dizi Belçika seyahati olasılığı var ufukta. Bakalım, bakalım…
Geçenlerde Bolaño’nun Between Parantheses kitabını aldım tarihe karışmak üzere olan Pandora Kitabevi’nden. Sevgili yazar iki sayfalık mütevazi bir otoportreyle başlamış kitaba. Bu iki sayfanın son cümlesi “I’m much happier reading than writing” (Okumak, beni, yazmaktan daha mutlu ediyor) bu yaz içine düştüğüm ruh halini özetliyor sanki…
idilik için bir cevap yazın Cevabı iptal et