Lisenin son yılını yurtdışına gidip İstanbul’dan kurtulma hayalleriyle geçirmiştim. Tek istediğim burada içine sıkıştığımı hissettiğim çevreden çıkmak ve dünyayı bir an önce keşfetmeye başlamaktı. Herkes dershanelere gidip ÖSS testleriyle boğuşurken ben en yakınımdakileri de hayallerime ortak etmenin peşinde koşuyordum. Muvaffak da oldum bir derece, iki yakın arkadaş Ağustos 2001 sonlarında bir gün Paris’e doğru yola çıktık. O, yani B. Paris’te kaldı. Bense kocaman bavulum ve çırpı bedenimle Perpignan trenine binip beş saatlik bir yolculuğun ardından yeni şehrime ulaştım.

Salvador Dali Perpignan tren garını “Dünyanın Merkezi” olarak tanımlamış. Dünyanın Merkezi’nde inip önümdeki uzun caddeye bakınca ilk gördüğüm bir dönerci olunca moralim bir miktar bozuldu elbette ama vazgeçmedim. İlk iş bir hostele, bir-iki hafta sonra 97 yaşındaki Rose’un yani Mme. Cristofol’un evindeki odama yerleştim.
İki katlı evin alt katındaki bir odada bir süredir yatalak olan Rose’un yatağı vardı. Günde iki kez bir hemşire gelip altını değiştirir, yemeğini yedirir, gerekiyorsa saçlarını yıkar, bedenini temizlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam haftada bir, Fransa’da “kiné” denen, fizyoterapiste denk gelebilecek bir görevli de gelir, Rose’a yürüteçle egzersiz yaptırırdı. Her öğlen teyzesini beslemek için uğrayan Michel ve bu sağlık görevlileri dışında kimsemiz yoktu. Onlar eve girip çıkadursun ben Perpignan’da kaldığım iki aylık sürenin her bir gecesini Rose’la birlikte, yalnız geçirdim.
97 yıl, dile kolay! Perpignan’ın Katalan dönemleri, İkinci Dünya Savaşı dün gibi aklında. Tam o dönemde bir de 11 Eylül faciası yaşandı, Rose’un aklı iyice allak bullak oldu. Geceleri “Savaş! Savaş!”, “Kurtarın beni!” diye çığlıklar atmaya başladı uykusunda. Uyanmıyordu, korkmuyordu, sadece yüksek sesle o anlayamadığım Katalan dilinde cümleler kuruyor, araya Fransızca kelimeler de karıştırarak beni uyandırıyordu. Yalnızlığımın içinde varlığına güvendiğim tek insan olan Rose beni korkutuyordu.
Onu rahatsız etmemeye çalışırdım eve girip çıkarken. Anlayıp anlamadığından emin olamasam da uyanık olduğunu gördüğümde selam verirdim. Michel gecikince birkaç kez yağsız tavada etini pişirdim, rondoda püre haline getirip yemesine yardım ettim. Böyle zamanlarda elimi sımsıkı kavrar, gözlerimin içine bakar, bana bir şeyler anlatırdı. Anlayabildiklerimle ilgili sorular sorup onu mutlu ederdim.
Bir gün, en yakın sandıklarıma bir anda yabancılaşmış hissettiğimden, kendimi bu yeni şehirde, ülkede hiçbir yere koyamadığımdan dönmeye karar verdim. Rose’un koluna annemin kışlık kıyafetlerimle birlikte bir kolide gönderdiği nazar boncuklu bilekliği taktım. Michel birlikte fotoğraflarımızı çekti. Bir daha onu göremeyeceğimi bilerek Perpignan’daki palmiyelere bakan odamdan, küçük evimden ayrıldım.
Dün akşam Michael Haneke’nin son filmi Amour‘u izlerken o günlere gittim. Film Fransa’da çekildiğinden, eve gelen hemşirelere, egzersizlere, püre yapılmış yemeklere alışıktım. Anne’ın (Emmanuelle Riva) yüzündeki ifadeler, konuşmaya çalışırken, bir cümleyi kurabildikten sonra yaşadığı sevinç, “mal” (acı) diye inmeleri, hatta saçlarının tarandıktan sonraki görüntüsü Rose’la geçirdiğim süre boyunca her gün deneyimlediğim anlardı. Rose’un hayatında ona aşık bir eş yoktu belki ama yeğeni Michel tıpkı Amour‘daki Georges (Jean-Louis Trintignant) gibi onun üstüne titrerdi. Bir gün teyzesini bakım evine vermeyi hiç düşündü mü diye sorduğumda “asla” demişti.
Ben Rose’u tanımadan önce de erken ölmeyi, yaşlanmamayı hayal ederdim, Rose’u tanıdıktan sonra da fikirlerim değişmedi.
Ölüm de aşkın, sevginin bir parçası. Bilim insanlığa uzun bir ömür bahşederken ona gençliğini de geri vermeyi unutuyor sanki. Bizi her geçen gün yarı yolda bırakan bir bedenle mutlu bir yaşlıdan çok konuşan bir beyinden öteye gidemeyen bir Beckett karakteri olmamız an meselesi.
Anne’ın ölümüyle başlayıp – ki o ölüm yatağına filmi ikinci izleyişinizde özellikle dikkat etmenizi tavsiye ederim -, onu çok seven Georges’un yine onun peşinden evi terk etmesiyle biten Amour bir kez daha izlense bambaşka detaylar çıkarılabilecek, insanı allak bullak eden bir film. Sırf yaşlanmış bir aşka tanık olmamak için filme mesafeli duranlara, kötü bir haberim var: gelecek ne hayal ettikleri kadar uzak ve ne de o kadar umut dolu, hepimizin başına üç aşağı beş yukarı aynı şeyler gelecek…
cetinayhan için bir cevap yazın Cevabı iptal et