Trafik can sıkıcıydı, ergenlikle birleşince daha da can sıkıcı oluyordu. Caddebostan-Göztepe-Kadıköy ekseninde geçen hayatım Erenköy-Beyoğlu eksenine taşınmıştı. Her gün hemen hemen dört saat serviste oturuyordum. İzmir’deki otobüslü günlerime geri dönmüş gibiydim.
İzmir’de anneannemlerin de bizim de yaşadığımız yer olan Bostanlı’da ilkokula gidiyordum. Dedemin kitapçı dükkanı, yani aile içinde isimlendirdiğimiz şekliyle “mağaza”, İzmir’in merkezi Konak’taydı. Çalıştıkları yeri bir nevi evleri gibi gören – ki daha sonraki bir dönemde oradaki küçüçük arka odayı ev olarak da kullanmak zorunda kaldılar – anneannem ve dedem yanlarında birilerini çalıştırmaktansa işleri aile arasında döndürmekten yanaydı. Annem, babam, dayılarım, ben ve Can işin neresinden tutabilirsek (boyumuza ve becerimize göre değişen şekillerde) mağazada çalışıyorduk. Annemle birlikte, Can daha minik bir bebekken bile otobüs, dolmuş, vapur, kavurucu sıcak, keskin soğuk demez Konak’a gider, günü mağazada geçirir, akşam Bostanlı’ya hep birlikte dönerdik. Can 2,5 yaşına geldiğinde oğluna kıyamayan annem onu hâlâ daha emziriyordu ve onlar vapurun alt katında kutsal emzirme seansını gerçekleştirirken bana düşen gözetmenlik görevinden hiç hoşlanmıyordum. Can annemin meme ucuna oje sürmesiyle artık bu defteri kapaması gerektiğine ikna edildiğinde derin bir nefes almıştım. Bu da hemen hemen ilkokula başladığım yıla denk gelmiş olmalı… Benim “özgür” hayatımın başlangıcı!
Can ve annem her sabah Bostanlı’dan Konak’a giderken ben de “özgür kız” olarak sokağın bir ucundaki okuluma yürürdüm. Bostanlı’da o zamanların en yüksek apartmanlarından birinde yaşıyorduk. Trafiği yoğun olmayan bir sokağın başındaydı apartmanımız ve tüm apartmanlar arkada otopark ve çocuk parklarının olduğu yeşil alanlara açılıyordu. Hem önden hem arkadan girişi olan bu Bostanlı apartmanları çimenler kesildiğinde, hele bir de üstüne sulandığında muhteşem bir kokuyla dolardı. Okula arka bahçelerden geçerek yürüyorsam eğer, anneannemlerin apartmanının da önünden geçiyorum demekti. Onların apartmanı daha eski, daha klasikti ve kendine ait dev bir bahçesi vardı. Taze kesilmiş çimenin toprak ve suyla birleştiğinde çıkardığı muhteşem kokuyu en çok onların bahçesinde hissederdim. Apartmana yüzümü verip sağa döndüğümde ortak sokağımıza, azıcık daha yürüdüğümde okuluma varıyordum. Okul çıkışında aynı yollardan, bahçelerden, parklardan eve dönmek yerine yeni bir maceraya atılıyordum her gün. Ne anneannemler ne de annem ve Can iş günlerini bitirip eve dönmüş olurdu ve benim de onların yanına gitmem gerekiyordu. Okulun karşı kaldırımına geçip beni Konak’a götürecek otobüsü beklemeye başlardım.
Yedi-sekiz yaşlarımda hemen her okul günü bindiğim Bostanlı-Konak otobüsüne ilk duraklardan birinden bindiğim için genelde oturacak yer bulma sıkıntım olmazdı. Elimdeki kağıt bileti bilet kutusuna atar, anneannemin öğrettiği gibi şoförün bir ya da iki arka sırasına, cam kenarına sığışırdım kucağımda sırt çantamla. Kötü kalpli bir İzmirli teyze yerime göz dikip beni kaldırmaya çalışmazsa başımı cama dayar Konak’a kadar uyurdum. Konak demek son durak demekti. Otobüsten inince belediye binasının altındaki kolonlar arasından geçer, beni bekleyen anneannemle dükkana doğru yürürdüm. Ne telefon vardı, ne herkesin birbirini takip ettiği bir sistem. Otobüs saatleri bile belirsizken anneannem benim ne zaman geleceğimi bilir ve beni orada beklerdi.
Onu her zamanki yerinde göremediğim ender seferlerde anlardım ki mağazada işler yoğun, bırakamamış. Kolonlar arasından beni uçurabilecek şiddette esen rüzgarı aşar ve kendi kendime varırdım dükkana. Ve bazen de otobüsteki tatlı uykumdan gözlerimi açtığımda kendimi Konak’tan uzaklaşırken bulurdum. Genelde 1-2 durak şaşan rotamı toparlamam çok zor olmazdı. Böyle uykulu bir günde cama dayadığım kafamı kaldırdığımda neredeyse Balçova’ya gelmiştik. İçimdeki paniği kontrol altında tutmaya çalışarak etrafa baktım. Annemin en yakın arkadaşı Aysuda ablanın durağına yaklaşıyorduk, kendimi otobüsten dışarı attım. Aysuda abla kapıyı açıp beni görünce minik bir şok yaşamıştı. Her şeye rağmen bir şekilde kendimi kaybolmaktan kurtarmayı başarmıştım, artık bana bir şey olmazdı. Şansıma Aysuda ablanın muhteşem çilekli pastasından da vardı evde. Annemler akşam gelip beni alana kadar kanımda dolaşan adrenalinle gelecekteki maceralarımın hayalini kurdum.

Anneannem bu durak sapmalarından endişe duymaya başlamıştı. Başıma her türlü şey gelebilirdi. Beni yerimden etmeye çalışan kötü kalpli teyzelere karşı uyuyor gibi yapmam ama asla uyumamam konusunda tembihledi beni. “Uyanık” olma konusunda söylediklerini kafama iyice yazmıştım, olası maceralardan uzak kalma uğruna da olsa bir daha otobüste durağımı kaçıracak kadar derin uykulara dalmayacaktım. Anneannemin asıl unutulmaz öğüdü ise bundan bir süre sonra geldi. Beni belediye binasının önünde karşıladığı günlerden birinde park etmiş haldeki iki otobüsün arasından geçip boynuna sarıldım. Elimi sıkı sıkı tutup gözlerimin içine baktı ve “Sakın bir daha iki otobüsün arasından geçme kızım, dayarlar” dedi. Sekiz yaşındaydım. Anlamam için epey zaman geçmesi gerekecekti. Anladıktan sonra da her hatırladığımda yüzüm güldü…
Aile içindeki “cinsel eğitim”im böylece başlayacak ve, açıkçası, bundan çok ileriye de gidemeyecekti. Neyse ki bir “mağaza” dolusu kitap vardı (burada, lütfen, hani şu tüm dişlerini göstererek gülen emoji var ya, onu gözünüzde canlandırın).

Yorum Yapın