Can, bak bu kar!

O kış bir mucize oldu ve İzmir’den İstanbul’a taşındık.

Sadece annemin değil anneannem, dedem ve iki dayımın da beyaz atlı prensi olan dünya yakışıklısı babam reddedemeyeceği bir terfi almıştı. İşi kabul etti, hem yeni yuvamızı bulmak hem de iş yerine geçiş hazırlıklarını başlatmak için İstanbul’a gidip gelmeye başladı. Şirkette nerede ev baksam diye danıştığı yeni iş arkadaşları “Kendini düşünüyorsan Avrupa yakasında, aileni düşünüyorsan Anadolu yakasında ev tut” dediklerinde sadece annemi düşünmüş olacağından habersiz Caddebostan’da bir ev tuttu. Muhiti İzmir’e benzetip beğenmiş, annemi de görmesi için ilk uçağa atlayıp İstanbul’a gelmeye ikna etmişti. Bırakın ilk uçağı, hayatında ilk defa uçağa binen annem havalimanında kendisini karşılayan şirket arabasıyla babamı ofiste, Mecidiyeköy’de bulmuş ve İstanbul’da gördüğü ilk yer bu dört başı keşmekeş, çirkin semt olunca çöktüğü ilk koltukta “Biz güzelim İzmir’den buraya mı geliyoruz, ne yapıyoruz, aklımız yerinde mi?” diye ağlamaya başlamış. Neyse ki babam hanımını arabaya atlayıp evi görmeye ikna etmiş, hemen karşıya geçmişler. Annem Caddebostan’a bayılmış, İzmir’deki evimizin yarısı sayılabilecek olan eve bayılmasa da tamam demiş. Yılbaşından birkaç gün önce el ele, kol kola İzmir’e döndüklerinde bavulları hediye doluydu ve annemin permalı uzun saçlarının yerini röfleli kısa saçlar almıştı. İzmir’de körfeze dokuzuncu kattan bakan geniş evimizdeki son yılbaşı gecesini İstanbul’a gitmeye neredeyse hazır kutular arasında, yere serilmiş yorganlar, halılar üstünde geçirdik. Herkesin ama özellikle de anneannem ve dedemin aşırı hüzünlü göründüğü pijamalı fotoğraflarımız kaldı bu geceden geriye. 15-20 gün sonra, okullar sömestr tatiline girdiğinde kapıya bir kamyon dayandı, tüm kutular, eşyalar yüklendi ve bu sefer ben ve kardeşim ilk defa uçağa binip İstanbul’a geldik. Dokuz yaşındaydım, kardeşimse dört. Bundan sonra İzmir bizim için her bayram seyranda, her tatilde, hatta bazen uzun hafta sonlarında gidilen, gidilmesi gereken, gidilmekten kaçılamayacak tek yerdi.

İstanbul’a geldiğimiz ilk bir hafta eve yerleşmek, yeni okula kayıt yaptırmak, komşularla tanışmak gibi yapılması gerekenlerle geçti. Tatilin ikinci haftasına girerken artık bu yeni şehri keşfetmenin, mevcudiyetimizin sınırlarını genişletmenin zamanı gelmişti. İzmir’den aile dostumuz Kerime ablalar yarım saatlik yürüme mesafesindeydiler. İlk keşif turu için mükemmel bir rota olduğuna karar veren annem bizi sarıp sarmaladı ve kendimizi dışarı attık. Bu “sarıp sarmalama” kısmının öyle basit bir detay gibi algılanmaması önemli. Nitekim İzmir’de bile bizi sürekli sadece gözlerimizi açıkta bırakacak kadar saran annem, başımızı zatürreden kaldıramadığımızda doktor tarafından “bu çocuklar köprü altında mı yatıyor Neşe Hanım, neden bu kadar sarıyorsunuz, bırakın nefes alsınlar biraz” diye azarlanmıştı. Şimdi İstanbul’un keskin soğuğunda eli daha da güçlüydü ve onu soğuk havayı ciğerlerine çekmenin iyi bir şey olduğuna inandırabilecek pek kimse kalmamıştı.

Kendimizi Göztepe Parkı tarafından Bağdat Caddesi’ne attık. Can, üstünde sarı pufidik montu, kulaklarını açıkta bırakan yeşil beyzbol şapkası ve gözlerine kadar gelen ekose atkısıyla bıdık bir terörist gibiydi. Yıl 1991 ve haberlerde PKK terörü başroldeydi. Dört yaşındaki Can’ın en çok korktuğu şey pencereden girip yatağının altına saklanmış bir teröristle karşılaşmaktı ve onu bir teröristin küçük bir çocuğun odasına saklanmakla ilgilenmeyeceği konusunda bir türlü teskin edemiyorduk. Yüzünün bir yarısını şapka, diğer yarısını atkıyla sararak onlardan birine benzediğini, böylece daha az dikkat çektiğini düşünüyordu. Yürüyüşümüze henüz başlamıştık ki annem bir anda durdu, bir ağaç kovuğunda donup kalmış kirli ve buzlu kar artığını gösterip “Can, bak bu kar!” dedi. Annemlerin Ankara yıllarına da denk gelen şanslı abla olarak ben en azından hayal meyal da olsa kar nedir biliyordum. Oysa dört yıllık ömrünün tümünü İzmir’de geçirmiş, her yıl Nisan ayından itibaren Ege’nin berrak sularında oynamış mutlu çocuk Can’ın bu soğuk mucizeden haberi bile yoktu. Eldivenlerini çıkardı, o pis, donuk kar parçasına dokundu. Gerçek karı görmek, o beyaz rüyayı tam olarak deneyimlemek için gelecek kışı beklemesi gerekecekti.

O gün Can’ın dokunduğu o pis kar birikintisi ve annemin ona seslenişi benim için İstanbul’un ilk anısı oldu. Can’ı tedirgin eden teröristler, televizyondan bangır bangır üstümüze yağan kıyamet günü haberleri – ki o haberler zaten hiç bitmeyecekti – umurumda değildi. Dönem ortasında okul değiştirmek, mavi önlükten siyah önlüğe geçmek, defterime çizdiğim dünyayı portakal rengine boyadım diye elime cetvelle vuran, alışık olmadığım gaddarlıktaki sınıf öğretmenim, silgi çöplerini sümükleriyle karıştırıp yiyen ve şaşkınlıkla izlediğim zengin sıra arkadaşım, bir an önce ortaokul giriş sınavlarına hazırlanmaya başlamam gerektiğini kafamıza kakan sistem… Her gün Göztepe Parkı’nda birbirlerine sarılan ve bu sebepten Romeo ve Jülyet adını koyduğum iki ağacın yanından geçerek okula yürüyor ve bunların hiçbirini sallamıyordum. Alt üst takım taytlar ve altına parlak rugan ayakkabılar giyiyordum. Caddebostan güzeldi. Sahile inmek, Bağdat Caddesi’ne çıkmak yürüyerek beş dakikaydı. Bu “tatlı hayat”ın kısa süreli olduğu, babamın Caddebostan’da ev tutarken “biz”i değil de sadece annemi düşündüğü İstanbul’a taşındıktan iki yıl sonra ortaya çıktı. Nitekim ben ortaokul için Beyoğlu’nun ortasında bir Fransız okulunu, benden birkaç yıl sonra da kardeşim Beşiktaş’ın göbeğinde bir İngiliz lisesini kazandık ve İstanbul’un trafik kurbanları arasında, babamla birlikte, yerimizi aldık.

Comments

Yorum Yapın