Günlerden Pazar. Onlar birer birer evi terk ederken arkalarından bakıyorum. Kapının önünde boynu bükük onları uğurlayışımı bile fark etmiyorlar. Küçük olduğumdan mı, onlar için yeterince önemli olmayışımdan mı bilmiyorum. Fark edilmek, en azından bir hoşça kal ile ödüllendirilmek için çok şey verirdim.
Pazar günleri sevgililerle, sevgiyle geçirilmek için yaratılmıştır. Evde tek başına terk edilmek için değil… Yalnız geçirilen Pazar günleri bütün varoluş anlamlarını yitirir, hiçliğin sonsuz boşluğunda kaybolurlar. O Pazar gününü yaşayıp yaşamamak, bu noktadan sonra, hiçbir şey değiştirmez. Hele de evin içinde, yazın en sıcak günlerinden birindeyseniz… Sessizlikle birleşince boşluk daha da büyür. Müziği ya da televizyonu açık bırakırlar benim için kimi zaman. Evde geçireceğim azıcık sessiz saati bu bir türlü kurtulamadığım televizyon gürültüsü beter eder, kızgınlığım ikiye, üçe katlanır. Sonunda ev halkı geri döndüğünde ya bir saksı çiçeğini çoktan toprağından çıkarmış ya da kitaplığın son rafındaki kitapları yerlere saçmış, hatta bazı sayfalarını parçalamış olurum. Elimde değil, gereksiz gürültüye dayanamıyorum. Neyse ki bir sonraki elektrik faturasını görünce vazgeçiverdiler beni televizyon sesiyle eylemeye çalışmaktan. “Ne hali varsa görsün. Kedi değil mi? Bakar artık başının çaresine.” deyişleri hala kulağımda çınlıyor. Ağrıma gitmişti bu lafı işitmek. Ne günah işlemiş olabilirdim bu kadar büyük bir yalnızlıkla cezalandırılacak? O gün bugündür güzelim müziğimi bile elimden aldılar…
Biz kedilerin aile bağlarımızın gelişmiş olmadığı, annelerimizi bile tanımadığımız, memeden kesilir kesilmez hayata atıldığımız doğrudur. Ancak hakkımızda kimsenin bilmediği, insanlardan bile ötede yer alarak vakıf olduğumuz gerçekler vardır. 4-5 kardeş annemizin karnına yapışık meme emip dururken, çoktan yorgun düşmüş olan annemiz de bize bu gerçekleri aktarmaya çabalar. Sokaklarda tek başımıza caka satmaya başlamadan evvel hepimiz öğreniriz bu gizemli bilgileri. İnsanlara karşı tek silahımız ne uzun tırnaklarımız ne de zaman zaman etlerine geçirmekten çekinmediğimiz dişlerimiz, yalnız ve yalnızca bu bildiklerimizdir. Yaptığımız her şey aslında bu bilgileri anlatma çabamızdır. Dikkate alınmamak, sopalanmak, cezalandırılmak ise mutlak sonumuz…
Kâinatın çok özel ve gizli mucizelerinden sadece insanların haberi olacak diye bir kural yok elbette. Boyları bizim bilmem kaç katımız olabilir. Akılları, zekâları, dil yetenekleri de bizden daha gelişmiş olabilir. Ama unutmamak gerekir ki her tür, kendi mucizeleri, gizemli bilgileriyle doğar. Ve yine her türün en önemli görevi bu gizemleri kendinden sonra geleceklere en iyi şekilde aktarmak ve hatta mümkünse diğer türlerin de bu bilgilerden faydalanmasını sağlamaktır. Düşünsenize dünya ne kadar barış dolu bir yer olurdu her şey herkesçe biliniyor olsaydı. İşte Pazar günlerinin sevilenlerle geçirilmesi gerektiği de sadece biz kedilere sunulmuş bir bilgidir. Ben de tıpkı annemin kulağıma küçücükken fısıldadığı gibi bunu birlikte yaşadığım insanlara anlatabilmek için çırpınıp duruyorum.
Ev halkı beni sahiplendiğinden beri yaptığım her şey Pazar günlerinin yalnız geçirilmemesi gerektiği bilgisini onlarla paylaşma isteğimin naçiz göstergesiydi. Tam 36 pazardır öğrendiğim tek şey ise her Pazar akşamının pataklanma zamanı olduğu. Ne dediklerini tam anlayamıyorum ama ensemden sımsıkı kavrayıp gösterdikleri kadarıyla saksıdaki çiçeklerle haşır neşir olmamdan, camdan giren at sineklerini yakalamaya çalışırken salon perdesinde delikler açmamdan, bir de özellikle can sıkıntısından kanepeye tırnaklarımı takıp çıkararak kendi kendime eğlenmemin sebep olduğu yırtıklardan pek hoşlanmıyorlar. Son zamanlarda her ne yapsam ensemde bir el hissetmeye o kadar alıştım ki, artık aklımda tutmaya bile çalışmıyorum neye kızdıklarını. Boş boş bakıyorum gösterdikleri noktaya, o kadar… Nasılsa bu çok akıllı sandığımız insanların bütün suçlarımı yalnız ve yalnızca evde tek başıma bırakıldığım Pazar günleri işlediğimi anlayamayacaklarını öğrenmiş bulunuyorum.
İnsan, biz kedilerin yemeye bayıldığımız kuşlar kadar küçük ve işe yaramaz bir beyne sahip. Ne zor bir görev yüklenmiş bizlere ki onlara laf anlatmaya çalışıyoruz. Gizemli bilgilere bir yenisini eklemek daha önce başka bir kedi kardeşimin aklına gelmiş midir bilmiyorum; ama benim çocuklarıma aktaracak bir yaşam deneyimim var ki o da insanların kuş beyinli olduğudur. Yorumlama yeteneği sıfır olan bu “üstün” ırk, kendi dilini konuşmayan hiçbir yaratığı anlayamaz. Hatta gözlemleyebildiğim kadarıyla, çoğunlukla, aynı dili konuşan hemcinslerini bile anlamakta zorlanır.

Yediğim onca dayaktan, tuvalette kapalı geçirdiğim onca Pazar gecesinden sonra ne düşündüğümü bilmek ister misiniz? Tuvaletin karanlığında geçirdiğim saatler boyunca, asil ruhlu bir kedinin yapması gerektiği gibi, hiç sesimi çıkarmadan kapının açılmasını bekliyorum. Biliyorum, bu kuş beyinli insanlar ben ne kadar sessiz kalırsam cezamın yeterince ağır gelmediğini düşünüp türlü yeni işkence yöntemleri arıyorlar. Bağırıp çağırmamı, olabildiğince çok acı çekmemi istiyorlar. Oysa bendeniz çıt çıkarmıyorum. Dışarı çıktığımda ise, belki de her soydaşımın yapacağı gibi, sahiplerimi düşman bellemek aklıma bile gelmiyor. Tuvaletten her dışarı çıkışımda kişiliğimin yüceliğini yeniden keşfediyor, sırtım dik, yüzümde gurur dolu olduğunu tahmin ettiğim bir ifadeyle en rahat koltuğa doğru salına salına yürümeye başlıyorum. Evde geçirdiğim her yalnız saat beni daha da sahibi yapıyor bu pufuduk koltukların, parke yerlerin, odaların ve yumuşak yatakların. Kendimi…
Bir saniye! Az kalsın unutuyordum sizin de insan olduğunuzu. Lafı uzatmaya gerek yok. Sayfalarca okusanız yine anlamazsınız nasıl olsa. Hem kuş kadar beyninizi bir kedinin Pazar günü üstüne yaşam deneyimleriyle yormanızı istemem. Sonra dünya meseleleri için bitap düşersiniz de, maazallah savaşlar çıkar, yiyecek içecek her şey tükenir, bu kocaman binalar başımıza çöker. Bu kadarı bile fazla olmuş. Siz, iyisi mi, gidin birkaç saat istirahat edin şimdi.
24 Haziran 2007, 18:28
(Yıllar evvel yazdığım bu minik öyküye fotoğraflardaki kara kızım Badu ilham olmuştu. Nevizade’de Peyote’de doğmuş olan Badu, Kasım 2005’te hayatıma dahil olmuştu, minik bir sıçana benziyordu ve gece karanlıkta üstüne basarım diye korkardım. Adını Erykah Badu’dan aldı. Yaramazdı, asiydi, nev-i şahsına mahsurdu – her kedi gibi… Badu’yu kaybedeli iki yılı geçti. Cihangir veterinerlerine göre tam bir “eski toprak”tı . Başına gelen her tuhaf hastalıkla kanının son damlasına kadar savaştı ölmeden önce. Bu öykü de Badu’nun anısına burada dursun…)

Yorum Yapın