Montpellier-Amsterdam arası bir yolculuk

Bu yazı Temmuz ayının son günlerinde yazıldı. Çok geç oldu artık, biliyorum ve okurken “bayat” bir tat bırakmayacağını umut ederek paylaşıyorum…

En hızlı turneme doğru yola çıkıyorum: dört günde iki uzun tren yolculuğu, iki şehir, üç oyun bekliyor beni. Programda önce Fransa’nın güneyindeki Montpellier Danse Festivali, ardından Amsterdam’daki Julidans Festivali var. Sabahın köründe bavulumu arkamdan çekerek ilerlerken aklıma Montpellier’ye ilk gidişim geliyor: yıl 2006, Aydın Teker aKabı‘yı Montpellier Danse’ta sergiliyor. İlk turneme ekipten ayrı, tek başıma gitmiş, karmaşık yolculuk planı yüzünden Paris’teki aktarmamı kaçırmış, Montpellier’ye güç bela gecenin bir yarısı varabilmiştim. Sonradan fark ettim ki bu maceralı ilk gün, turnenin en sıradan anıymış.

Lyon. Uçağım Lyon-Saint Exupéry’de iniyor ve havalimanı-tren garı arasındaki mesafeyi 15 dakikada yürüyorum. Bu tuhaf biçimli, modern mimari harikası tren garının İspanyol mimar Santiago Calatrava Valls tarafından yapıldığını öğreniyorum daha sonra. 1994’ten beri kullanılıyormuş. Bir gün Lyon’a gidecek olursanız yolculuğunuz mutlaka buradan geçsin.

Cuma günü, herkes haftasonu tatiline kaçıyor, trenler rötarlı. Özellikle güneye, Montpellier tarafına gidenler. 2 saatlik bekleme, 2,5 saati buluyor. Valence’a doğru kısa bir yolculuk, ardından Montpellier trenine geçiş yapacağım. Anonslar yapılıyor, çok özür diliyorlar rötar için. Kibar Fransızlar!

Valence’ta küçük bir istasyon, güneş altında bekliyor ya da daha doğrusu yanıyorum. Montpellier treninde yan koltuğumda yaşlı bir teyze, bir çırpıda hayatını özetliyor. Hüzünlü, eşini geçen ay kaybetmiş, ilk kez yalnız yolculuk yapıyormuş. “C’est la vie” çıkıyor ağzımdan sadece. Benden bir durak önce, Nymes’de inip bekleyen arkadaşına sarılıyor.

Montpellier tren garı. Festivalden Marjolaine beni almaya gelecekti, bir türlü bulamıyorum. Point Presse buluşma noktamız; ama sanki her yerde gazete satılıyor. Gar ana baba günü. Bir an önce otele ulaşmam, 10 dakikada hazır olup hemen tiyatroya gitmem gerek. 2 saat sonra gösteri başlıyor.

Montpellier’de yürümek araba kullanmaktan kolay. Küçücük bir kent, peki o zaman neden tiyatroya varmamız 20 dakikayı buluyor? Ara sokaklardan trafiği atlatmaya çalışıyoruz. Marjolaine aslında Marsilya’da yaşıyormuş, festivalde çalışmak için gelmiş buralara. “Marsilya 2013’te Avrupa Kültür Başkenti olduğuna göre işler çoğalır artık” diyorum. “Yok, diyor, oradan hiç umudum yok”. Haklı, İstanbul’da da çok fark yaratmamıştı Avrupa Kültür Başkenti macerası.

CCN Agora’dayız. CCN yani Ulusal Koreografi Merkezi. Fransa’da toplam 19 tane çağdaş koreografi eğitimi veren Ulusal Koreografi Merkezi var. Montpellier’dekini 1994’ten beri Mathilde Monnier yönetiyor. Buradaki ex.e.r.ce programı birkaç yıldır yüksek lisans diploması veriyor. Her dönem çağdaş dansın önemli isimlerini eğitmen olarak konuk eden programın alanın en iyilerinden olduğu söylenebilir. Çağdaş dansa ayrılmış bu büyük mabedin her yerini gezecek zamanım yok, doğru Studio Bagouet’ye gidiyorum. Stüdyoya çıkan merdivenlerin altında muhabbet kuşları kocaman kafeslerinde şakıyıp duruyorlar. Tüm binada, avluda sesleri yankılanıyor.

©Steven Morlier

Sahnede son hazırlıklar. Taldans | Filiz Sızanlı, Mustafa Kaplan 2011 iDANS Festivali’nde düet olarak sundukları Eskiyeni’yi 32. Montpellier Danse Festivali’nde trio (üçlü) bir versiyonla oynayacaklar. Filiz Sızanlı’nın hamileliği nedeniyle gruba dahil olan ve koreografinin en hareketli bölümlerini devralan Tayvanlı dansçı Hai Wen Hsu Eskiyeni’yi bambaşka bir deneyime dönüştürüyor. Sızanlı ve Kaplan’ın 15 yıllık birliktelikleriyle ilgili bir hafıza araştırması olarak başlayan çalışma, Hsu’nun geleneksel Çin dansıyla başlayıp Fransa’daki eğitimiyle devam eden dans deneyimini de kapsayarak üçüncü bir boyut kazanıyor. Montpellier seyircisi neredeyse her 2-3 yılda bir izlediği Taldans işlerine aşina, alkışlar karşısında herkesin yüzü gülüyor.

Çıkışta iki seçenek var önümde: soğuk bir bira ya da Sidi Larbi Cherkaoui’nin Cedar Lake Contemporary Ballet topluluğu için yaptığı Orbo Novo. Yorgunluk galip geliyor, ilkini seçiyor ikincisine “belki yarın” diyorum. İstanbul Tiyatro Festivali’nde 2010’da Babel işini izlediğim Chekaoui’yi şiirsel, akrobatik ama çok da kendime yakın bulmamıştım.

Biralı küçük kutlamamıza Marsilya’daki Türk Konsolosluğu’ndan Konsolos A. Yüksel eşlik ediyor. Taldans’ı izlemek için Marsilya’dan gelmiş, oyunu çok beğendiğini söylüyor. Alışık değiliz böyle konsoloslar tarafından izlenip beğenilmeye. Grubun T.C. Devleti bağlantılı aldığı tek bir yardım var bu kadar yıldır: bir çift gidiş-dönüş okyanus aşırı uçak bileti.

Aynı gece festivalin kapanış kokteyli sıkıcı teşekkür konuşmalarıyla başlıyor. Zenginliğiyle göz kamaştırıcı (ya da karın doyurucu) bir kokteyl. O sırada öğreniyorum ki Montpellier Danse’ın bu seneki bütçesi üç milyon avro. Festival programının %86’sının ortak yapımlar (yani genelde dünya prömiyerleri) ya da Fransa prömiyerlerinden oluştuğu düşünülürse, bütçenin sahneye yeni işler kazandırmaya harcandığı çok açık. Yine de dudak uçuklatıcı bir rakam. Programla ilgili soru işaretleri, Akdeniz’in Tadı alt başlığı bir kenara bırakılırsa Montpellier Danse’ın çağdaş dans sahnesine yaptığı katkı yadsınamaz düzeyde.

Ertesi gün, ikinci gösteri ilkinden de iyi geçiyor. Çıkışta yine Marsilya’dan, Taldans’ı neredeyse her yıl programlayan DanseM festivalinden konuklarımız var. Yemek için sözleşiyoruz. Tam tiyatrodan çıkarken küçük bir kaza, hasarsız atlatıyoruz. Montpellier defterini kapatabiliriz.

Pazar sabahı. Bir karışıklık sonucu büyük bir panik ve koşturmacayla ulaşıyoruz gara. Trenin kalkış saatinden üç dakika sonra kendimizi ilk önümüze çıkan vagona atıyoruz ve kapılar kapanıyor. Biletçi söyleniyor, bizim yüzümüzden rötar yapmışlar. Bundan sonrası umrumuzda değil. Sonraki durak Amsterdam, Julidans Festivali.

Paris’te, Gare de Lyon’dan Gare du Nord’a geçiyoruz. Belçikalılar’ın medar-ı iftiharı Thalys treni, beklenmedik bir şekilde yarım saat rötarlı. Trene binmemiz tam bir keşmekeş ama biletimize dahil olan ücretsiz internet erişimi sayesinde gözümüz sorun görmüyor. Saatlerdir kontrol edemediğimiz e-maillerimize gömülüyoruz.

Amsterdam beklediğim gibi, gri ve soğuk. Yetişebilirsek La Ribot’un gösterisine gitmek istiyorduk, PARAdistinguidas’a. Paris’teki rötar planları altüst ediyor. B planını devreye sokup bir şeyler yemek üzere Vondelpark’ın hemen kıyısındaki otelimizden çıkıp merkeze doğru yürümeye başlıyoruz.

Yemekten sonra biraz dolanmak için kentin içlerine ilerliyorum. Birden her yanında Julidans afişleri olan görkemli bir bina çıkıyor karşıma. Burası Stadsschouwburg olmalı, belki La Ribot gösterisi daha yeni bitmiştir, tanıdık birilerini görebilirim, diyorum. Haksız sayılmam, gösteri bitmiş ama devam eden bir soru-cevap seansı var.

©Gilles Jobin

İkinci kattayım. Bir moderatör, Maria Ribot ve bir dansçısı dizilmişler seyircinin önüne, oyunun gizemlerini çözmeye çalışıyorlar. Ne sıkıcıdır bu soru-cevaplar! Genelde soru bile olmayan, anlaşılması güç bir eleştiri aktarılır ve, sanki işin içinden çıkmaya çalışan sanatçının kıvranmaları zevkle izlenir. 20 gönüllü ve 4 dansçı ile her gittiği yerde yeni bir serüvene dönüşen bir oyun olduğunu anlıyorum PARAdistinguidas’ın. Gönüllüler genelde çalışan insanlar, bu yüzden provalar gece yapılmış. La Ribot ekibi bu geç başlayıp geç biten provalar yüzünden bitap, festivalde hiçbir şey izleyememeleri de cabası. Bir seyirci gönüllülerin neye göre seçildiğini soruyor. Dansçı olmayanları ve 40 yaş üstü katılımcıları ne kadar sevdiğini anlatıyor Maria Ribot. Belki de en anlamlı soru.

Çıkışta ekiple bir şeyler içiyoruz. Tanıdık yüzler görmek güzel. İki kadeh şarap, saat 1 olmuş, otelin yolunu tutuyorum. Issız sokaklar. Sokak isimlerini değil ama dükkanları, vitrinleri, oradan geçerken ne konuştuğumuzu çok iyi hatırlıyorum. Kaybolsam kime yol sorarım diye geçiriyorum içimden. Montumun cebinde, parmaklarımın arasında sıkmaktan buruş buruş olmuş bir harita.

Amsterdam’da ilk gün Melkweg sahnesinde kurulumla ilgili sorunları çözerek geçiyor. Hollandalılar saat 17 oldu mu çil yavrusu gibi evlere dağılıyorlar, “hani bir hoşçakal?” diyoruz, o da yok. Fransız kibarlığı buralara uğramamış, kurallar, “hayat” her şeyden önemli. İşler ters gittikçe herkes geriliyor. Moralleri yüksek tutmak için yapmadığım cambazlık kalmıyor.

Saat sekizde Melkweg’in kapısında Y. ile randevumuz var. A. da geliyor, harika bir Tay restoranına götürüyorlar beni. Tay birasıyla üstümdeki stres bulutu dağılıyor. Ardından De Pels’te kahveleniyoruz. Amsterdam’ın kanalları arasında kaybolma kaygısı olmadan gezmek ne büyük keyifmiş.

©Wolfgang Kirchner

Montpellier Danse “Akdeniz’in Tadı”na adanmışsa, Julidans da “Büyük Ustalar ve Haşarı Çocuklar” olarak belirlemiş altbaşlığını. Kaçırdıklarımız arasında iki Kanadalı topluluk, Dave St-Pierre’den bir dünya prömiyeri «FOUDRES» (Arbeitstitel, Création 2012) ve Cie Marie Chouinard’dan Etude # 1 & Henri Michaux: Mouvements var. İstanbul’da yakın zamanda izleyebilmeyi hayal ettiğim eski bir Jan Fabre dansçısı Lisbeth Gruwez’in It’s going to get worse and worse my friend’ini yakalayamadığıma da çok üzülüyorum. Dave St-Pierre İngiltere’de edepsizlikle suçlanmış, Fransa’da dinsizliği nedeniyle defalarca protesto edilmişken İstanbul’da onu görmeyi isteyecek kadar hayalperest değilim elbette.

Türkiye’den üç genç isim daha var Julidans programında: İlyas Odman, Aslı Bostancı ve Melih Gençboyacı. İlyas Odman ve Aslı Bostancı geçtiğimiz sezon İstanbul’da da oynadıkları iki solo iş Oggi Niente – Bugün Hiçbir Şey (Odman) ve in between – arada (Bostancı) ile Julidans’talar. Amsterdam’da yaşayan Melih Gençboyacı ise Access to Anxiety ile yeni yükselmeye başlamış koreograflara özel festival I Like to Watch Too kapsamında sahne alıyor. Bu üçlüyü takipte kalmakta fayda var, bundan sonra Avrupa sahnesinde isimlerinin daha sık duyulacağından kuşkum yok.

Amsterdam Montpellier’den de hızlı geçiyor sanki. İkinci gün American Book Center’ın kitap rafları arasında kayboluyorum, ardından gösteri, alkışlar, üç kadeh şarap, hafif bir akşam yemeği, iki saat sonra İstanbul uçağındayım.

Bu sene payıma sadece bu iki yaz festivali düşse de diğerlerine değinmemek olmaz. Kapıkule sınırının ötesinde, ülkemizde olduğu gibi, sadece müzik değil gösteri sanatları alanında da “yaz festivalleri” yapılıyor. İlk aklıma gelen festival kentleri Avignon, Berlin (Tanz im August), Viyana (Impulstanz), Barselona (GREC Festival de Barcelona), Lizbon (Alkantara), Rakvere (Baltoscandal), Durham (American Dance Festival). Özellikle Fransa ve İtalya’da neredeyse her kasabanın bir festivali olduğu düşünülürse liste uzadıkça uzar. İstanbul’da bırakın yazı, “sezon” denen sonbahar-kış-ilkbahar döneminde bile ulaşmakta zorluk çektiğimiz gösteri sanatlarını takip etmek için bu festivaller gibisi yok. Hem Türkiye’deki kavurucu sıcaklardan kaçmak hem de gündüz müze-galeri varsa deniz üçgenini değerlendirip akşam da ufuk açıcı gösteriler izlemek iyi bir tatil planı olabilir.

Yazının sonuna geldiğim dakikalarda iDANS’ın altıncı edisyonu “Bağımsız Sanat” sloganıyla duyurulmaya başlıyor. Bundan sonraki durağımın tamamen meçhul olmasının verdiği boşluk duygusu var üstümde. Bağımsız sanat mümkün mü emin değilim ama gösteri sanatları söz konusu olduğunda imkansızlıkların başrolde olduğu İstanbul’da sonbaharı bunu tartışarak karşılamak bile umut verici.

Comments

Yorum Yapın