don delillo’nun aynı adlı romanından david cronenberg tarafından uyarlanan cosmopolis ufak çaplı bir hayal kırıklığı yaşattı geçtiğimiz hafta sonu. bir eli yağda diğeri balda baş karakterimiz eric packer saçlarını kestirmek üzere limuziniyle new york’un bir ucundan diğerine gitmeye çalışıyor, pek fazla görüşmediği karısıyla bir şekilde günün üç öğünü için bir araya gelmeyi başarıyor ve yuan’ın yükselmesiyle hızla avucunun içinden kayan “dijital” servetinin tükenmesini izlerken kendine tehlikeli maceralar arıyor, yaratıyor. filmin %80i limuzinin içinde geçiyor ve trailer’a kanmayın, çok da hareket olmuyor.
son filmi a dangerous method‘da uzun ve takip edilmesi olanaksız diyaloglarıyla canımı sıkmış olan cronenberg ile aramdaki ilişkiyi yoğun bakım ünitesine kaldırdım bu deneyimden sonra. robert pattinson denen vampir kılıklı genci zengin-genç-kapitalist eric packer rolünde, matrix‘teki ajan smith kılığında (ilk kare!) görmek bana iyi gelmedi. cronenberg’in bir röportajında oyuncu seçimlerini neye göre yaptığıyla ilgili “ortak yapımcılara karşı sorumluluklarımız var” açıklaması pattinson’ın neye göre seçildiğini kanıtlar nitelikte. bir yandan ne kadar düşünsem de bu genç-zengin-soğuk kalıbının içini dolduracak bir isim bulamadım. k.’nın iddaası da o ki pattinson’un geçmiş ve gelecek vampir karakterleri bu filmde verilmek istenen “kapitalizm kanınızı emiyor” fikriyle örtüşüyormuş. 10 yıl önce olsa edward norton, evan mcgregor bu rolü mükemmel götürürdü.
bazı filmler sinemada izlenmek için yapılmıştır. keyfi o dev ekranda çıkar ancak, wim wenders’ın pina bausch‘u onlardan biri örneğin (her ne kadar sinemada izleyemesek de). cosmopolis ise bence evin sakinliğinde izlenmesi gereken bir filmmiş. sebep hemen yan koltuğumuzdaki iftara kadar olan 1-2 saati değerlendirmek için sinemaya gelen ve büyük bir hata yapıp cronenberg’i seçen iki kadın ve bitmek bilmeyen fısıldaşmaları mıydı, yoksa kanyon’da epey iyi bir salonda olmamıza rağmen filmin son 15 dakikasını duyulamayacak kadar kısık sesle izlememiz miydi bilmiyorum ama cosmopolis beni alıp götürmedi. sekanslardan oluşan yapısı, devamlılık, bağlantı gibi sinemanın önemli yapı taşlarına yüz vermemesi, her şeyi ortada bırakıvermesi ve kendini kapitalizme karşı bir mesaj kaygısı üstünden tanımlaması, nitekim burnu büyüklüğü iticiydi. karakterinin ukala zenginliğini filmiyle birebir örtüştürmek isteyen cronenberg yanlış yola sapmış. kapitalizmi inceden eleştiren filmler nerede (fight club, week-end ilk aklıma gelenler) bu gözümüze sokulmaya çalışılan mesajlar nerede… limuzin new york caddelerinde ilerlerken rastladıkları eylemciler, sıçanların havada uçtuğu sahneler, bir gökdelende dönmekte olan “kapitalizmin hayaletleri” mahiyetli yazılar fazla görünür, bir o kadar da birbirinden bağımsızdı. görselliğiyle insanın tam anlamıyla peşini bırakmayan ama kitaba sadık kalmaya özen gösteren upuzun diyalog ve hatta monologlarıyla tepe taklak olmuş bir sinema çalışması olmuş.

filmin en sevdiğim yerleri baş karakterimizin hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi görünen mükemmel (basit-insancıl-saplantılı-absürd) motivasyonunu gerçekleştirip berber dükkanına ulaştığı ve dükkanın içinde devam eden sahneyle, eline silahı aldığı sahne oldu. filmin en samimi yerleriydi. eric’in karısıyla öğlen yemeği yediği ve sıçanların havada uçuştuğu sahnede de eski cronenberg’i görmüş olduk bir an için.
don delillo’nun white noise kitabı üniversitede medya dersinin zorunlu kitapları arasındaydı. ve her zorla okutulan, sınav stresi yaratan kitap gibi içine girmeyi, hatta bitirmeyi reddettiğim kitaplardan olmuştu. cosmopolis ise kötü bir film uyarlaması deneyimi yaşatsa da kitabını elime alsam yüzümü güldürebilecek bir esere benziyor. don delillo’yu benim için bu şekilde öldüren hocalarıma buradan bir kez daha saygılarımı sunmak isterim.

Yorum Yapın