çok uzak (gidiş 14, dönüş 12 saat), bana hissettirdikleri açısındansa fazla yakın, sarı-yeşil ülke brezilya’ya defalarca gidemedikten sonra bu sefer kaçırmama imkan yoktu. tüm işler ayarlandı, yolculuk öncesindeki hafta fazladan çalışıldı, stres dolu günlerin acısı nasılsa uçakta çıkar denildi. haksız değilmişim, 14 saat üç film izlemek, birkaç saat kestirmek ve kitap okumak için yeterli oldu. uzun uçuşun thy markalı olmasını fırsat bilip alkol komasına girmeye yeltenenler bir tarafa, vejetaryenleri hiçe sayan et-tavuk mönüsü diğer tarafa, bir uzun yolculuğu daha sağ salim tamamlamanın gururuyla sao paulo toprağına ayak bastığım söylenebilir.
havalimanından çıkar çıkmaz yüzüme vuran sıcak nem dalgası nasıl bir iklime ve mevsime geldiğimi hatırlattı bana. yağmur yağacakmış gibi duran gökyüzü, sıcaklık ve düşmeye başlayan akşamla karşılandım sao paulo’da. havalimanından otele kadar olan 25 km’yi kat ederken göremediğimi zannedip üzüldüğüm “şehir merkezi” meğer bu şehirde pek de var sayılmazmış. hayal kırıklıklarım keşke “şehir merkezi” ile sınırlı kalsaydı…
sao paulo dev bir metropol. 20 milyon kişiye ev sahipliği yapıyor ve sanki her yanıyla bunun yükünü sırtında taşıyor. sao paulo’yu anlatma işini kelimelerden çok fotoğraflara bırakmak istedim, yukarıya bir fotoğraflar silsilesi ekledim. işte fotoğrafları anlamlandıracak kısa notlar:
1- sao paulo halkı şişman! nerede o güzel kalçalar, sambacılar diye kara kara düşünecek hale geliyorsunuz, o kadar şişman ve çirkinler ki! bunun sebebi de besbelli: onların fast food’u kızartmadan oluşuyor. bizim puf böreğinin tıpatıp aynısını (pastel deniyor) etli, peynirli, balıklı yiyor, bol şekerli kahve-çay içiyorlar. meyveler deseniz zaten baldan tatlı :) rio halkını bilemeyeceğim ama bellki sao paulo’da bunları yiyip günü ofiste geçirenler popo ve göbek büyütmekten öteye pek gidememişler. hiç zayıf kimse yok muydu demeyin, istisnalar kaideyi bozmaz.
2- sao paulo bir betonarme gökdelen cenneti, ya da cehennemi. kent büyük ama belli ki bu kadar insanı ancak gökdelenlere sokarak barındırabiliyorlar. tropikal ağaçlar gökdelenlerle yarışıyor büyüklükte. şehrin bazı yerleri villa tipi evlerle dolu ama bunlar oldukça azınlıkta diyebilirim. şehir panoramasını gökdelenlerin oluşturduğu kesin.
3- sao paulo bir yürüme şehri değil. dolayısıyla siz de benim gibi bir şehri yürüyerek keşfetmeyi sevenlerdenseniz sao paulo pek size göre değil. bir yerden bir yere yürüyerek ulaşmaya çalıştığınızda genelde haritada 5cm’lik mesafenin avrupa’nın çoğu kentindeki gibi yaklaşık 30 dakikada yürünemeyeceğini anlıyorsunuz. hemen ardından da kendinizi bir otobanın kenarında yürürken buluyorsunuz. yanınızda kamyonlar, otobüsler, arabalar, kaldırımda ağaçlar ve siz. sao paulo’da insanlar ya arabalarına biniyor, ya da otobüse. metro şehrin her yerine gitmiyor. ilginç ama otobüs metrodan daha pahalı (tek bilet fiyatını esas alıyoruz). bir akşam brezilyalı bir arkadaşımızla “sao paulo’nun cihangir’ine” gittik yemek için. restoran çıkışı biraz yürüyelim dediğimizde çocuğun suratı değişti: “burada bir şey yok ki, yürümek için sao paulo pek iyi bir seçim değil!”. peki dedik, bulabildiğimiz yerlerde metroya, olmazsa taksiye, olmazsa otobüse talim ettik.
4- ingilizce konuşan kimseye rastlamak zor. portekizcenizi olabildiğince geliştirip gidin. portekizce bilmemenin en kötü yanı insanlarla ara sohbetler yapıp, şehir yaşamıyla ilgili ayrıntılara ulaşamamak. tabii otobüste çantanız takılıp biletçinin önündeki turnikeyi bir kerede geçemediğiniz takdirde biletçinin size ettiği küfürleri ve anlatmaya çalıştığı şeyi (efendim bir kere para verdiyseniz o turnike bir kere dönermiş, yok eğer çantanız takılırsa bir daha para öder turnikeyi geçme hakkını bir defa daha satın alırmışsınız) anlayamaz, 5 dakika kıvranır, sonunda arkalardan gelip pasosunu sizin için basan bir genç kıza minnettar kalırsınız. evet, otobüs kuralları bir alem sao paulo’nun!
5- brezilya reali ve türk lirası hemen hemen birbirine eş. fiyatlar için çoookk ucuz diyemem ama fazla fahiş bir durumla da karşılaşmadım. tabii ki “cihangir” hariç :)
6- cumartesi-pazar çalışıyordum, pazartesi günü müzeler kapalıydı, salı günü dönüş günü olduğundan müzeye giresim gelmedi. dolayısıyla hiç müze gezmemiş oldum. ama modern sanat müzesi’nin içinde olduğu ve sao paulo bienalinin yapıldığı ibirapuera parkı’na bayıldım. çimlerde uzun uzun yattık.
7- sao paulo’nun en güzel yanı grafitileri. grafiti meraklıları muhtemelen her bir duvarına ayrı hayranlık besleyeceklerdir. alanla ilgili çok bilgili sayılmam, hoşuma giden her şeyin fotoğrafını çektim.
8- şehrin bazı yerleri özellikle tehlikeli, gece sakın yürüyerek geçmeye kalkmayın diyorlar. her türlü uyuşturucunun çok ucuza temin edilebildiği bu şehirde en ucuz ve en kimyasal uyuşturucuya (crack) bulaşanlar köprü altlarında gün boyu battaniyelerinin altında yatıyor, kıpırdayacak hal bulabildiklerinde silahlı saldırganlara dönüşüyorlar(mış).
9- tüm brezilya’da “hayat kalitesinin demokratikleşmesi”nden sorumlu olan kurum sesc. 1946’da kuruluyor, şu anda ülke genelinde 30 tane, sadece sao paulo’da 15 tane var. bir kompleks düşünün, içinde yüzme havuzu, spor salonu, grafik, seramik, dokuma atölyeleri, kütüphane, sirk sanatları, restoran, tiyatro, dans sahneleri ve hatta dişçi olsun. ticaretle uğraşan şirketlerde çalışanların maaşlarının %1,5’u sesc’in finanse edilmesi için kullanılıyor. karşılığında tüm çalışanlar aileleriyle birlikte sesc kapsamındaki olanaklardan ücretsiz ya da indirimli olarak yararlanabiliyor. benim dolaşma fırsatı bulduğum sesc pompeia 800 kişilik tiyatro salonuyla (sahne oturma planının ortasında olduğu için gerektiğinde arka perde kapatılıp tek taraflı 400 kişilik bir salon da elde ediliyor) hayranlığımı kazandı. istanbul’da bir tane şöyle salon yok. belki ingilizce konuşan teknisyen bulmak imkansız ama salon hayallerimizi süsleyecek güzellikte. sesc’le ilgili kitapları karıştırıp fotoğraflara baktıkça köy enstitülerine ve hatta halk evlerine gitti aklım. benzerlik büyük.
10- halkın şişmanlığından ilk maddede bahsetmiştik, belki bu da şişmanlığın sebeblerinden olabilir: kilo ile yemek yenebilen yerler çoğunlukta. mevcut açık büfede tabağınızı dilediğinizce dolduruyor, tartılan tabağın çektiği kiloyu ödüyorsunuz. et yiyenle ıspanak yiyen, domates yiyenle karides yiyen aynı kefede tartılıyor. ne yediğiniz değil ne kadar yediğiniz belirleyici. biz vejetaryenler bu durumda biraz arada kaynamış oluyoruz ama olsun, yemekler güzel, fiyatlar ucuz :)
11- aklımın kaldığı tek sergi portekiz dili müzesi’nde tam dönüş günümde açılan jorge amado sergisi oldu. ingilizce’ye uzak bu memlekette hele ki portekiz dili müzesi’nde iyice yabancı kalırım korkusuyla üşendim, gitmedim, belki de hata ettim.
12- yeni bir kente gittiğimde neredeyse tek merakım olan bit pazarlarını burada da keşfetmeye çalıştım. republica’daki pazar fena değil, el işleri, yerel şeyler satılıyor ama “bit pazarı”yla, ikinci elle ilgisi yok. santa cecilia’da olduğu yazılan pazara ise aldanmayın, sebze-meyve pazarı. ilginç meyveler görmek güzeldi ama zaman kaybettik denebilir. republica’ya giderseniz pazarlık etmeyi unutmayın.
13- avrupa kentlerindekine benzer bir şehir merkezi ya da “old town” vardı da ben mi göremedim bilmiyorum ama haritada bile merkez olarak işaretlenmiş yer bizim eminönü-tahtakale civarından farksızdı. mısır çarşısı’nın çok daha büyük, içinde yeme-içme yerleri de olan versiyonu mercado municipal, oradan çıkınca kendimi içinde bulduğum incik cincik dükkanlarıyla dolu sokaklar tahtakale’yi aratmayacak kalabalığa ve karmaşaya sahipti.
14- japon mahallesi’ni öneren olursa, o kadar büyük bir numara yok, zamanınız yoksa kulak asmayın. üstelik tam bir turist tuzağı, her şey inanılmaz pahalı. bu arada arkadaşımız brezilya’ya gelen toplam turistin 4 milyon olduğunu söyleyince neden kendimizi bu kadar tuhaf hissettiğimizi daha iyi anladık. meğer alışık değillermiş!
15- sao paulo’ya bir daha işim düşmezse yolum da düşmez. gece hayatı insanı değilim, yürümeyi severim, bu şehir beni açmadı. brezilya’nın başka köşelerini daha çok merak eder oldum. bundan sonra istikamet önce rio (oranın da bir havasını koklayalım), sonrasında bahia ve bahsini çok duyduğum adalar. ama olur da sao paulo’ya gitmem gerekirse takılınabilecek 1-2 yer: küçük tasarım dükkanları, galerileri, istanbul’u hiç aratmayan yokuşları ve kafeleriyle vila madalena (metro durağı civarında mahalleyi keşfetmeye çalışın) ve ibirapuera parkı civarı.
işte böyle. benim sao paulo maceram dört güne bu kadarını sığdırabildi. yüzümdeki çiller biraz artmış, aniden tepemizde biten güneşten göğsüm kıpkırmızı yanmış olarak döndüm. şehir beni hayallere sürüklemedi, büyülemedi ama enerjimi her gezi sonrası olduğu gibi yükseltti. bavulum kahve ve caipirinha’nın özü olan cashaça ile dolu döndüm. şimdi önümüze bakalım :)
Anonymous için bir cevap yazın Cevabı iptal et