the josephine baker story – brian gibson

pompidou’daki sergi sonrası meraklandığım ilk isimlerden biri josephine baker oldu. çıplak memeleri ve kalçalarına asılmış muzlarla yaptığı banana dance‘in onu bu kadar ünlü ettiğini, the josephine baker story filmini izlemeden bilemezdim. bir televizyon filmi olmasına rağmen hollywood’un belki de bilerek es geçtiği bu efsanevi dansçı ve şarkıcının hayatını oldukça iyi anlatmış.

st. louis doğumlu bir amerikalı olan baker, 1920lerde fransa’ya geliyor ve çılgın danslarıyla fransızlar’ı kendine hayran bırakıyor. 2. dünya savaşı öncesi en zengin zenci kadın ünvanını bile kazanan baker’a picasso “günümüzün nefertitisi” diyor. muz dansının yanına eklediği şarkı söyleme yeteneği, jean cocteau, christian dior, scott fitzgerald gibi isimlerin etrafında pervane olmasını sağlıyor. baker vahşi doğasını sahneye taşıyan, bedeninden, üstüne oturmaktan başka işlere de yarayan kıçını dik tutarak kalçalarını sallamaktan çekinmeyen alışılmadık bir siyah kadın olarak fransızlar’ı nasıl mest ettiyse amerikalılar’ı da o kadar korkutuyor. avrupa turnelerinin kazandığı başarı sonrası gittiği amerika’dan her seferinde hüsrana uğramış olarak dönüyor. savaştan bir süre önce amerikan vatandaşlığından çıkıp fransız oluyor, savaşta direnişe katılıp madalyalar alıyor, sonrasında amerika’ya gittiğinde beyazlarla siyahlara aynı şartlarda davranılması koşuluyla sahneye çıkıyor. çocukların nefret etmeyi öğrendiklerini kanıtlamak için değişik ülke, din ve ırklardan 13 çocuk evlat ediniyor. kısaca filmde de üstünde durulduğu gibi, baker belki doğru kararlar almıyor ama en azından karar alıyor.

benim baker’a bu kadar ilgi göstermemin sebebi alexander calder’in müzede tavandan sarkan, duvara yansıyan gölgesiyle insana müthiş bir hareket çağrışımı yapan heykeli oldu. dün gece filmden sonra dev kataloğumu aldım elime, baktım ki calder baker’ın hareketinden etkilenerek yapmış bu ilk heykelini.

Comments

Yorum Yapın