geçenlerde uzun zaman sonra yolumuz tekrar fındıklı parkı’na düştü. bakalım sevgili martı hâlâ orada mı dedik, bir yandan da çoktan uçup gitmiş olmasını dileyerek. martının yerini bu sarman kedi almıştı. nedense martının orada olmaması bana iyi şeyler hissettirmedi. sanki bu hikaye mutlu değil de hüzünlü bir sona kavuşmuş gibi hissettim. sonra vincent’a gitti aklım, bana h harfini bir türlü telafuz edemeyen fransız aksanıyla yeni okuduğu orhan pamuk’un “hüzün” kavramını anlatan, hüznün nasıl sadece istanbul’a özgü olduğunu savunan, ben olsam fransızca’ya nasıl çevireceğimi soran vincent’ı düşündüm. demiştim ki hüzün benim için “tristesse”dir, ve bir kent, istanbul, belki tetikler ama bence insanın derinlerinde taşıdığı, özüne bulaşmış bir şeydir. insan bir kere hüzne bulanmışsa nereye giderse gitsin her şeyi bir hüzün filtresiyle görür.
şimdi nereden çıktı bunlar derseniz, öyle bir şey işte. içimde hüzün değil ama “sıkıntı” var. baudelaire’in spleen de paris (paris sıkıntısı) dediği türden bir sıkıntı. bu spleen kelimesi kentlerle ilgili bendeki hisleri daha iyi anlatıyor. öyle bir sıkıntı ki içinde bir parça hüzün de var, küçük bir parça yalnızlık da…
sahi bu martıyı başka tanıyan, başına gelenleri bilen var mı?


Yorum Yapın