güzelim bir cumartesi günü kasım ayında! ve biz bu güzel günün beş saatini sergiler arasında geçirdik. sanata doyduk mu? evet. pes ediyor muyuz? hayır, henüz değil ama ne yazık ki yarın bayramın birinci günü nedeniyle sergilerin çoğu kapalı olacak gibi görünüyor. özellikle de gitmeyi en çok istediğimiz sophie calle sergisi! can sıkıcı bir durum…
güne bienal ile başladık. sanat uzmanı olduğum söylenemez ama bu gördüğüm en can sıkıcı, renksiz bienaldi diyebilirim. akılda kalıcı, çarpıcı hemen hiçbir iş barındırmayan, labirentimsi kutuları arasında fareler gibi dolaşırken kendimi 40 derece yaz sıcağında çarşaf gibi, havayla neredeyse aynı sıcaklıkta, “çorba” kıvamında, dalgasız, köpüksüz, azıcık yüreğimizi çarpıtacak ayağımıza hafifçe dokunan yosunları olmayan, kıyıdan 50 metre yürüseniz de dizlerinize kadar ancak gelen bir denizde yüzer gibi hissettiğim, ruhsuz bir işler bütünü olmuş bu bienal. yıllar yıllar öncesinden gelmiş işlere neden dedim içimden. geometrik şekillerden, yüzlerce gay fotoğrafından, halılardan, kilimlerden, el işlerinden, bavuldan çıkarılmış da asılmış gibi duran afişlerden, yığınla kağıttan, odalar arasında fark yaratmayan düzenden bunaldım. ve tüm bu bunaltı içinde ferahlamamı sağlayan üç iş oldu sadece: biri kutluğ ataman’ın 2009 yapımı su adlı videosu (yukarıdaki resim), ikincisi akram zaatari’nin 2010 yapımı yarın her şey düzelecek isimli, eric rohmer’e adanmış kısa filmi (aşağıdaki resim), üçüncüsüyse yine ataman’ın askerlikten men raporu. henüz görmediyseniz bienali sadece bu üç iş ve de sanat eserlerinin yer almadığı aralardaki boş alanlar için görmenizi tavsiye edebilirim. onun dışındaysa nerede geçmiş bienallerdeki kama sutra heykeli, uyuyan lenin videosu, gecenin bir yarısı bile ziyaret edebildiğimiz rüya evi, nerede bu isimsiz bienal?! bu kadar politik işlerin bu kadar ruhsuz ve içinde yer aldıkları kente, ülkeye dokunmayan bir şekilde, “bulk” şeklinde sunulması sinirime dokundu bile denebilir. görsel sanatların son dönemini yansıtmayı öncelik sırasında geriye atmak küratoryel bir seçim olabilir (çok fazla video yerleştirmesine yer vermemek bu seçimin bir sonucu denebilir sanırım) ama bu kadar da eski kafalı, kağıt odaklı olunmaz ki! sanki istanbul bienali’ni değil de herhangi bir toplama sergiyi gezdik. bence bundan sonraki bienal için en doğru karar istanbullu bir küratörler kolektifine veya yine istanbul’dan genç bir küratöre bienali teslim etmek olur.
bienalden sonra ziyaret ettiğimiz galeri non, salt ve galeri pilot bizi fazlasıyla memnun ettiler, bienal hüsranını unutturdular neyse ki. galeri non’un mısır apartmanındaki yeni mekanı çok hoş olmuş, her ne kadar zoru başarıp tophane’de kalsalar daha hoş olacağını düşünsem de. bazen küçük kalmakta ısrar etmek de iyidir, iyi sonuçlar verir, daha köklü değişimleri beraberinde getirir, yaşaması zor olsa da. üzülerek “tophane galerileri” dünyasının yıkılmakta olduğunu görüyorum. bir cumartesi günü hepsinin kepenklerini kapatmış olmaları bile çok şey söylüyor, demek ki bu da sadece gelip geçici bir şeymiş…
neyse geçelim galeri non‘un yeni sergisi bir annika eriksson sergisi‘ne. genel olarak işlerin içine girmeyi çok başaramadım ama düzenleme, sergileme çok hoştu. özellikle arka odadaki kedili videoları çok anlamlı bulduk. yeni mekan şimdiden popüler olmuş bu arada sanırım. nitekim dev projeksiyonun içinde durup güneş gözlükleri eşliğinde birbirlerinin fotoğrafını çeken kızlar bizi hasta etmekte çok başarılı oldular. facebook fotoğrafı olacak bunlar muhtemelen…
salt‘ın istanbullulaşmak sergisini ikinci ziyaretimde tatmini yakaladım denebilir. belki de bienalin acemi duruşunun karşısında parlayan temizlikte bir sergiye ve mekan tasarımına sahip olduğu için. videolarla oynama, dev duvar yazısı perdeleri arasında daha çok zaman geçirme olanağı bulduğum için belki. bina içindeki robinson kitabevi şubesi ve kafe de ayrı bir ruh katmışlar, salt insanı kucaklayan, neredeyse istanbul’dan alıp amsterdam’a, paris’e götüren bir sanat mekanı olmuş. her fırsatta gidip zaman geçirilesi…
günün en son durağı sıraselviler’in yeni mekanı galeri pilot‘taki dans edemediğim devrim benim değildir sergisi ile halil altındere oldu. girişine, kitsch kristal avizesine, havalı merdivenlerine, aşağıdaki saklı, derli toplu mekanına bayıldık. altındere’nin işlerini bilmeyenler için iyi bir giriş sergisi olmuş. ortalıkta bu kadar şiirsel bir ismi olan başka sergi de yok bu arada, kıymeti bilinesi. bundan sonraki sergileri de merakla bekliyoruz.
yanımızda bulgar bir arkadaşla yaptığımız bu beş buçuk saatlik sanat turu bizi de turistleştirdi neredeyse. ortak kararımız günün en iyisinin halil altındere olduğu yönünde. y.’ye göre bu istanbul gezisinin kesin galibiyse açık ara kutluğ ataman. sanırım benim de sanatçının ölümü başlıklı yazımı gözden geçirmem gerek. gerek bienaldeki işleri, gerek arter’deki sergisiyle ataman istanbul’daki en görülesi sanat eserlerinin sahibi gibi görünüyor şu anda.






Anonymous için bir cevap yazın Cevabı iptal et