“Şehir” Üstüne

Masumiyet Müzesi “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle başlıyor, 48. bölümünde “Hayatta En Önemli Şey Mutlu Olmaktır”, 51. bölümünde ise “Mutluluk İnsanın Sevdiği Kişiye Yakın Olmasıdır Sadece” diye devam ediyor ve 83. bölümde kahramanın çok mutlu bir hayat yaşadığını söylemesiyle bitiyor. Orhan Pamuk kitabın sonsözünde “…romancı olmak kendi duygularınızdan bir başkasının duyguları gibi ve başkalarının duygularından da kendi duygularınız gibi söz edebilme hüneridir” diyor.

Masumiyet Müzesi’nin ilk basımı Eylül 2008’den tam iki ay sonra, Kasım 2008’de Kaya Genç’in ilk romanı Macera tıpkı Masumiyet Müzesi gibi Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmıştı. Gencecik bir yazarın ilk romanı olan Macera “Bazı hikayeler, kitaplar vardır, daha ilk kelimesinden, ilk sayfasından, kapağından, onları duyduğumuz ilk andan itibaren yakamıza öfkeli bir kabadayı gibi yapışır ve kendilerini okuyan, dinleyen kişiyi bir ömür boyunca rahat bırakmayı kesinlikle reddederler” cümlesiyle başlıyordu. Bu satırları şimdi, kitabın yayımlanmasından tam 17 yıl sonra, başka bir kitabın, Genç’in Sia Kitap tarafından yayımlanan Şehir isimli ikinci romanının içinde yakalıyoruz. Bu sefer kahramanımız Evren Amsterdam’a edebiyat yüksek lisansı için gelmiş genç, sesini ve hayattaki yerini bulmaya çalışan bir yazar adayı. 

Ben de şimdi, Şehir’in son sayfasını kapattıktan yaklaşık 24 saat sonra, yazarıyla olan geçmişimi ve duygularımı bir kenara koymaya, “iyi bir romancı” gibi olmaya çalışacağım desem? Yalan yok, bunu iddia etmek bile zor. 

Şehir, “Bu şehre yazmak için geldim” cümlesiyle başlıyor ve bizi kahramanının bunu başarıp başaramadığını düşündürerek bitiyor. 24 yaşındaki Evren uzun, çok uzun sayfalar boyunca kendisini, bu şehre gelişini, bu şehirde nasıl var olduğunu ve aslında nasıl var olması gerektiğini sorguluyor, bu sorgulamalar sırasında pas geçtiği şimdiyi de okuyup derinlemesine incelediği romanlar, dolaştığı sokaklar ve müzeler, tanıştığı insanlar, izlediği filmler üstünden didikleyerek bizi içinden çıkılması zor bir labirente sokuyor. Şehir, Amsterdam, Evren’le birlikte hissederek dolaştığımız, kokladığımız bir yer olamıyor, ama Evren’in orada deneyimledikleri üstünden ilerleyen köşeli anlatımıyla öğrendiğimiz bir yere dönüşüyor. Korkmayın, bırakmayın, vazgeçmeyin. Evren duygusuz değil, sadece romanda da belirttiği gibi, korkak. “Erkekler korkaktı… Kadınlarda hep sahip olmayı istediğim özgürlükle karışık bir deli cesareti vardı” diyor aslında oldukça korkusuzca kendisini de gruba dahil ederek. Onun Amsterdam’dan Münih’e yaptığı seyahat, kitabın ortası yani hemen hemen, bir duygusal kırılım aynı zamanda. Münih’te kız arkadaşıyla geçirdiği birkaç günden sonra şehre dönen Evren daha fazla yalnız kalıyor, içine döndükçe de bizimle daha fazla duygu paylaşmaya başlıyor adeta. Aynanın karşısında vücudunu inceleyip kendisini orta yaşlı bir erkek olarak bulacağı, hayattaki pişmanlıklarının farkına varacağı, artık her şey için geç olacak günleri düşünüp kalp atışlarını hızlandırdığı iki sayfa tüm o labirentlerde kaybolmaya, ter dökmeye değer. 

Yazmak yalnız bir eylem, okumak da öyle nitekim. Biz bir zamanlar Şehir’in yazarıyla dünyanın çeşitli şehirlerinde uzun, çok uzun yürüyüşler yapardık. Evren’in kapalı olduğu için gezemediğinden sık sık şikayet ettiği Stedelijk Müzesi’ne de önünde dev bir banyo küveti ile açıldığında, 2012 Aralık ayında birlikte gitmiştik. Birlikte yazmayı denedik, beceremedik ama birlikte çok ama çok okuduk. Yürür yürür yürür, sonra durur, okur, yazardık. Eğer Kaya Genç’in ilk romanı Macera’yı okumadıysanız, benden söylemesi, Evren o ilk satırlarını Amsterdam’da yazdığı romanı bitirmeyi başaracak, ikinci romanını çok uzun yıllar sonra bambaşka bir ülkede, okuyucularını nefessiz bırakmaya, kendisi yazarken ne kadar uğraştıysa onları da okurken uğraştırmaya and içmiş hınzır bir yetişkin adam olarak yazacak. 

Bense “yaşlandıkça geçmiş yaşantımızdan izlerle dolu bir müzeye dönüşen” şehirde, İstanbul’da, “hayat boyu süren bir hüzünle yaşamaya mahkûm” gibiyim. Evren “âşık olmaması gereken kişiye âşık olan kişi kadar ilginç bir karakter yoktu dünyada” diyor. Kurgunun baş tacı çatışma! Gerçek hayatta peki? Kime âşık olacağımıza kim karar veriyor? Biz mi, yıldızlar mı, kader mi? Orhan Pamuk aşkı “… -tıpkı bir trafik kazası gibi- hayatta başımıza gelen ve çoğu zaman bize istemediğimiz kadar acı veren bir şey…” olarak tanımlıyor. Galiba haklı.

Comments

Yorum Yapın