Kadın ve adamın dünyanın bir ucunda, Melekler Şehri’ndeki son günleri ve hava asfaltta yumurta pişirebilecek kadar sıcak. Kadının keyfi yerinde, bavulları toplamış, her şeyi sığdırmayı başarmış. Artık tek yapması gereken uçağa check-in yapıp havalimanındaki işkence saatlerini kısaltmak. Derken… Kanada üstünden aktarma yapabilmesi için gereken transit vizesi üstüne kabus gibi çöküyor. Telefon başında geçirdiği dakikaları internet forumlarında yaptığı hızlı aramalar takip ediyor. Nafile. Bu işi hemen, birkaç saat içinde çözmenin yolu yok. Beş haftalık seyahatin, üç-dört günde bir şehir, ev, yatak ve hatta, devasa ülke Amerika Birleşik Devletleri sağ olsun, mevsim değiştirmenin, bavul açıp toplamanın yorgunluğu üstüne çöküyor. Pasaportundan, her yer için vizeye ihtiyaç duymaktan, ucuz olduğu için güle oynaya aldığı uçak biletinin eline yüzüne bulaşmasından, çaresiz hissetmekten ve dikkatsizliğinden utanıyor. Gözlerinden yaşlar, boğazından hıçkırıklar boşalıyor. Kafasında tek bir soru: “Eve nasıl döneceğim?”
Bundan bir yıl önce adam ablasının Maui adasındaki düğününe kadını da davet ettiğinde güzel bir hayal diyor kendi kendine. Birkaç gün sonra en yakın arkadaşı âşık olduğu adamın peşinden taşındığı Sacramento’daki düğün tarihini söylediğinde bunun bir işaret olduğuna karar veriyor. İki düğün arasında kolayca kat edilebilir kilometreler ve üç gün var. İstanbul’a ve hayata bir mola vermeye, adamla birlikte Kuzey Amerika’nın batı yakasında büyük bir maceraya evet diyor. Uçak biletlerini ayarlıyor, bavulları topluyor, kedilerini emin ellere emanet ediyor, uçuştan önceki gece sarhoşluktan yuvarlanarak eve gelen adamı uçağa ve hatta bol aktarmalı uçaklarına yetiştiriyor. Kırk saat sonra Maui’ye varıp adamın dünyanın dört bir yanından toplanmış ailesiyle bir araya geldiklerinde rüyada gibi.
Kadının hıçkırıklarına koşan adam “Birlikte başladığımız rüyayı birlikte bitireceğiz” diyor, kadını kucağına alıp sakinleştiriyor. Dünyanın bir ucunda olabilirler, evet, ama burası “onun ucu”. “Bir çaresini bulacağız, seni bırakıp da İstanbul’a dönecek halim yok” diye yineliyor kadının gözlerindeki, yanaklarındaki yaşları silerken. Kadın, bundan birkaç hafta önce gecenin bir yarısı San Francisco’nun evsizleri ve keşleriyle meşhur Tenderloin bölgesinde onu yolun ortasında bırakıp giden, iki gün önce ağzındaki bol şekerli Amerikan sodasını suratına püskürtmüş adamı unutuveriyor. Onların yerini bu şefkatli ve sevgi dolu adam alıyor. Başını omzuna yaslıyor, sakinleşene kadar kulağına tatlı tatlı seyahatlerinin güzel anlarından bahsetmesine, onu avutmasına izin veriyor. Dünyanın en güzel mavi gözleri onun gözleri diye düşünüyor.
Melekler Şehri’ndeki son durakları, birkaç gündür yanlarında kaldıkları Adams ailesini aratmayacak Meksikalı bir aile. Tüm aile mutfakta onların şerefine hummalı bir ziyafet hazırlamakla meşgul. Rafael, annesi, kardeşi, dayısı, anneannesi, dedesi ve dedesinin yeni eşi, yani gelin-anneanne ve doksan yedi yaşındaki beyaz Amerikalı Jane mutfak masasının etrafında dev bir kovanın içindeki karidesleri ayıklarken onlara kadının talihsizliğini anlatıyorlar. “Birkaç gün daha kalabilir miyiz acaba?” diye izin isterken gözleri doluyor kadının. Rafael’in annesi gelip sarılıyor, herkes bir ağızdan gülerken Rafael ellerine birer şişe bira veriyor. Karides ayıklama, soğan doğrama, yeşil limon sıkma operasyonuna, aileye dahil oluyorlar. Ceviche’yi tacos eşliğinde bir güzel mideye indirip bahçede, sıcağın altında radyo dinleyip pinekliyorlar. Kadın pasaportu, vizeyi, hayat gailelerini bir kenara bırakıp İspanyolca kursunu ilk kurdan sonra bıraktığı için hayıflanıyor.
Bu şehri kadın için çekilir kılan tek şey bu aile, bu ev, bu mutfak – evin en büyük yeri, kalbi, merkezi. Her oda mutfağa açılıyor; tuvalete, banyoya giden yol mutfaktan geçiyor. Herkes mutfakta bir şeyler pişiriyor, maharetlerini göstermeye çalışıyor. Kadın da onlar için bir şeyler yapmak istiyor ama öz anneanne ve yeni gelin-anneanne en hamaratın kendileri olduğunu göstermek için birbirleriyle yarışırken ona düşen görev her şeyi tadıp değerlendirmek. Uyumayan bir mutfak varken mideler de asla boş kalmıyor. Kadın gecenin bir yarısı tuvalete gitmek için kalktığında mutfakta mutlaka tatması gereken bir şeylerle karşılaşıyor. Demlenmekte olan domatesli pilav, yeni yapılmış bir tencere “refried beans”, sıcak tortilla… Gözleri yarı kapalı geçerken ona kaş göz yapıp eline bir kâse yemek tutuşturan bir anneanne, ocakta fokurdayan bir tencere…
Amerika’nın batı yakasına giden hemen herkesin favorisi olan Los Angeles, kadına sokaklarında kaybolma, şehri yürüyerek keşfetme fırsatı vermediği için ona kızıyor. Toplu taşıma neredeyse yok. Araba kullanmıyor. Uber’e, taksiye para yetiştirmeye çalışmak can sıkıcı. Camus’nün Yabancı’da neden bahsettiğini, Mersault’nun neden katil olduğunu anlamasını sağlayan çöl sıcakları beyinlerini yakarken upuzun caddeler boyunca, ufacık gölgelere sığınarak yürüme denemeleri yapıyorlar adamla. Bu şehir yürümek için yapılmamış, orası kesin, ama yaşamak için yapıldığından bile şüphe ediyor kadın. Evlere, klimanın püfürdediği iç mekanlara, arabalara mahkum nasıl yaşanır ki? Yolun karşısında bir hayal, bir serap gibi gördükleri tuhaf barlar, happy hour’lar kurtarıcıları oluyor. Kendini bir dolarlık fıçı elma şarabının (cider) tatlı sarhoşluğuna teslim ediyor, onu avutmasına izin veriyor. İlk düğün için gittikleri Maui’de tanıştığı poke kâseleri; San Francisco’da ilk defa deneyimlediği diner kahvaltıları, Vietnam’ın soğuk noodle’ı, Tayland yemekleri; ikinci düğün için Sacramento’ya giderken geçtikleri şarap vadisi Napa ve civarındaki hippi kasabalarında denedikleri şaraplar, lezzetli kahveler, uber organik ekmekler, kızarmış balıklar; San Francisco’dan otuz altı saatlik Amtrak treniyle gittikleri Denver, Colorado’da üst üste gömdükleri margaritalar, burritolar… Hepsinin üstüne litrelerce elma şarabı ve Rafael’in mutfağından çıkan Meksika lezzetleri kadının çökmüş yanaklarını tatlı tatlı dolduruyor ve onu Rokoko dönemi tablolarından fırlamış, kıvırcık saçlı, beyaz tenli, hafif etli bir meleğe dönüştürüyor. Melekler Şehri’nde bir melek. Adamın gamsızlığı karşısında gittikçe daha da endişeli nevaleye bürünen bir melek…
Zaman durmuş gibi. Sonsuza kadar Rafael’in odasındaki ikinci yatakta yatıp, mutfağından çıkan anneanne lezzetleriyle beslenebilirler. Oysa kadının onu bekleyen iki tüylü arkadaşına dönmesi, kredi kartı borçları kapıya dayanmadan para kazanmaya başlaması şart. İnternet başında geçirdiği birkaç saat sonunda şans yüzüne gülüyor ve adını daha önce kimsenin duymadığı bir havayoluyla Reykjavik aktarmalı olarak Berlin’e bilet buluyor. Berlin demek, neredeyse, ev demek. İçi rahatlıyor. Adam Berlin’e hiç gitmemiş, heyecanlı. Hayatta bir daha yollarının düşmeyeceğine emin oldukları Björk’ün memleketinde geçirecekleri saatler ise ikisinin ortak heyecanı. Rafael onları akşam kabuklu deniz ürünleriyle meşhur bir restorana götürüyor. Bu sefer son “son akşam yemeği”. Bir pişirme torbasının içinde gelen çeşit çeşit kabukluyu yemek için önce önlüklerini takıyorlar. Torbaya ellerini daldırmaları, yakaladıklarını kırıp parçalayıp yemeleri gerekiyor. Yıllar önce kendisiyle ne yapacağını bilmeden bir yengeçle bakışarak geçirdiği yılbaşı gecesi geliyor kadının aklıma. Torbanın içi ağzına kadar dolu, tam bir keşmekeş, lezzetlerse neredeyse aynı. Mısırı yemekle yetinip kalanı eve götürmek üzere paketletiyor. Ev kalabalık, bunları seven biri mutlaka çıkar.
Ertesi gün Amerika kıtasından ayrılmadan önce Quick’te hamburger yiyorlar. Rafael başlarının üstünden havalanıyor gibi görünen uçaklarla Amerika kıtasındaki son fotoğraflarını çekiyor. Uçağa binmeden önce bir şişe viski kapıyor kadın, bir damla suyun bile paralı olduğu yaklaşık on saatlik yolculukları şenleniyor. Ve hatta Reykjavik’te geçirecekleri yirmi saatlik bekleme süresi de… Dünyanın en sıcak yerlerinden birinden kalkıp en soğuk yerlerinden birinde yakalandıkları bol yağmurlu günü, viski şişesinin tatlı sıcaklığıyla çekilir kılmaya çalışıyorlar. Adam gamsızca içip sarhoş oluyor, kadın sorumluluk duygusundan sıyrılamıyor. Berlin uçağını kaçırmamaları şart. Toplam büyüklüğü Cihangir’i geçmeyecek Reykjavik’in sokaklarında arkadaş olma ümidiyle viskilerini paylaşmayı teklif ettikleri İzlandalılar’ın çoğu onları görmezden geliyor, bir tanesi ise asla unutamayacakları bir tepki veriyor: “God, no!” Şeytanın elçileri gibi hissediyorlar. Kadın içinde üç parmak viski kalan şişeyi üstünde ay ışığının pırıl pırıl parladığı bir otobüs durağına bırakıyor.
Adamla kadının David Bowie’nin öldüğü günün gecesinde bir mesajla başlayan birliktelikleri en batıda Maui’den en doğuda Kars’a onlarca seyahate tanık oluyor. San Francisco sokaklarında adamın yıllar sonra döndüğünü görüp onları heyecanla durduran ve barda bir içkiye davet eden, ceplerine hoş geldin hediyeleri sıkıştıranlar; Bükreş sokaklarında tanık oldukları bossa nova eşliğinde top oynayan çocuklar; Berlin’de Fassbinder’in dekore ettiği iddia edilen bir barda tanışıp sabahladıkları serebral palsili Amerikalı reklam yönetmeni; Paris’te Oscar Wilde’ın, Agnès Varda’nın mezarlarına bıraktıkları notlar; Sofya’da, Pernik’te sokaklarda ettikleri danslar, bindikleri trenler, gittikleri festivaller, karnavallar; Manchester’da tribünde kadının ilk futbol maçını izlerken, mavili fanatiklerle pub’da bira üstüne bira içip şarkı söylerken bir kitapçı bile gezemedi diye adama ve ailesine kızmaları ve tüm bu şehirler ve ötesinde teptikleri binlerce kilometre, attıkları yüzlerce kahkaha, ettikleri onlarca kavga…
Evet denen bir seyahat, bir hayat macerasına dönüşürken dokuz yıl geçiyor. Kadın adamla birlikte kurdukları evde, artık yalnız. Bir daha birlikte yola çıkmayacaklarını bildiği ikinci kış, kaloriferler bozuk, ev buz. Kapı çalıyor. Adam kapıda. Alması gereken bir şey varmış. Kadın onu gördüğüne seviniyor. Oturmaya, onunla bir bardak çay içmeye ikna edemiyor. “Senden nefret etmiyorum ama arkadaş da sayılmayız” diyor adam. Geçen gün attığı mail’i çok yavan bulmuş, “Sekiz yılımı yapay zekâyla geçirmiş gibi hissediyorum” diye ekliyor. Dilinden, ağzından incecik cam kırıkları dökülüyor.
“Yıllar önce Rafael’in evinden, odasındaki o ikinci yataktan hiç ayrılmamış, Kâtip Bartleby gibi kalmış, geride bıraktıklarımızı unutmuş ve unutulmuş, hiç dönmemiş olsaydık, maceralarımız ve rüyalarımız devam eder miydi?” diye merak ediyor kadın. Melekler Şehri’nde bir melek olmaya bırakabilseydi kendini… Adam konuştukça havada uçuşan cam kırıkları ayaklarına batmasın, kulaklarına, burun deliklerine dolmasın, beynini işgal etmesin diye kapüşonunu kafasına geçiriyor, arkasından kapıyı sıkı sıkı kapıyor.

Yorum Yapın