K. ile uzun yürüyüşlerimizden birinde geçmiştik ilk kez Elmadağ Caddesi’nden, akşam güneşinin yansımaları altında bana avluyu ve ağacı gösterip “Bir Deli Ağaç” demişti. Onu çok sevdiğimi, hayran olduğumu biliyordu. Yıllar sonra A. ile birlikte biraz şans, fazlasıyla iyi arkadaşlar sayesinde ağacın avlusunu süslediği binaya taşındık. Birisi ölmüş, çöp evmiş, boşaltılmış ama çok tadilat gerekiyormuş. Üstelik de epey karanlıkmış. Ne banyosu vardı ne de mutfağı… Yatak odasının camı hafif aralık kalmış, apartmanın yan cephesini boydan boya kaplayan sarmaşığın kızarmış, kurumuş yaprakları içeri dolmuş. Aşık olduk. Kalkarız altından bir şekilde dedik. Bir deli ağaca bakan bir evim olamadı ama her gün eve girip çıkarken ona selam vermeye başladım.
17 Ağustos 2023’te yazarına ilk mesajımı atmaya cesaret ettim. Ona onu, kaleminden çıkan satırları ne kadar sevdiğimi, Arifpaşa’nın hiç değişmediğini, kutularla girdiğim, herkesin hayran olduğu bu apartmandan bir gün bir kutuda çıkacağımı bilerek yaşamanın tuhaf yükünden bahsetmeyi, dünya gözüyle karşılıklı bir sohbet edebilmeyi çok istemiştim. Teşekkür etti, kalçasını kırmış, yataktaymış, başka zamana dedi. 1 Aralık 2023’te ona yılın o zamanında kuşların istila ettiği ve çılgın ötüşleriyle tüm sokağı inlettiği ağacın fotoğrafını gönderdim. Cevap vermedi. 1-2 cevapsız mesaj daha yıllar içinde… Bu yılın Mart ayında kitaplığımda o güzel, eski beyaz kapaklı Bir Deli Ağaç’ı bulamadım, yenisini aldım, tekrar okudum. Burada yaşamaya başladığımdan beri hissettiğim ve kağıda dökemediğim her şey kitabın sayfalarındaydı. Brahms dinledim, yine cevapsız kalacak olan son mesajımı yolladım.

Arifpaşa’daki altıncı yılımda elektrik kablolarının çirkince sarktığı, posta kutularının birisi azıcık sertçe dokunsa düşecek halde bırakıldığı, merdiven sahanlıklarında tavanın her an üstünüze düşebilecek kadar bakımsız kaldığı, camlarını silmenin deveye hendek atlatmaktan zor olduğu, duvar boyalarını kazıdığınızda yılların renklerini ve zevklerini kat kat takip edebileceğiniz dışı sizi, içi beni yakan yuvamda hemen hemen hiçbir şey değişmedi. Camlar kirlendikçe ışık daha zor giriyor. Zamanında Yıldız Sarayı’ndan çalınarak burada kullanıldığı söylenen parkeler gittikçe eskiyor. Arada birileri ölüyor, ölenlerin evlerine geçmek isteyenler birbirlerini yiyor… Yazacak çok şey var burayla ilgili. Ama en güzellerini o çoktan yazdı. O yüzden sözü ona bırakacağım, Arifpaşa’yı ondan okumak gibisi yok…
Huzur içinde uyu Pınar Kür, “ölenle ölmeyen” Arifpaşa’dan selam olsun…
Hiç de güzel bir görünüm değil. İncileri dökülmüş bir yapı bu. İncileri dökülmüş – tıpkı benim gibi. Gene de dimdik ayakta. Çevresinde ne var ne yok küçültecek, hatta un ufak edecek kadar sağlam. Hiç yıkılmayacağından güvenli… Taşlarının çoğu sökülmüş, arnavutkaldırımından çok bakımsız bir kasaba yolunu andıran sokağın karşı yanındaki üç katlı, besbelli alçak tavanlı -çünkü damları bizim ikinci kata ancak varabiliyor- eski evlerin hepsi de yıkıldı yıkılacak durumda oysa. Yokuştan aşağı yuvarlanmamak için birbirlerine yaslanıyorlar sanki. Ya da karşılarında duran devden korktuklan için her biri yanındakine kol atmış, sarılmış… Tir tir titreyerek yenip yutulacakları günü bekliyorlar. O dev ise yüzlerce gözünü dikmiş, hiçbir sey görmeden bakıyor onlara gece gündüz. At nalı biçimdeki yapının üç yandan çevrelediği bahçenin ortasındaki büyük, dallarını en üst katlara değin uzatabilen yaşlı ağaç tomurcuklanmaya başlamış. Yaprakları yeşillendiğinde olduğunca değilse bile, gene de bir şeyler ekliyor yapının görkemine.
Görkem.. Birden anlayıveriyorum, şaşırtcı bir durulukla kavrıyorum neden buraya gelip gitmeyi artık sevmediğimi… Bütün gücümle yüklenmeden açamadığım kalın kapıdan daha girerken içime çöken kara kederin nedenini… Bu ağır, hantal yapı! Kendi başına kişilik kazanmış taş yığını! İçinde yaşayanların bile duymadıklarını özümlemiş, hepsinin de üstesinden gelmiş ve gelecek… Her geçen gün görkeminden bir şeyler yitiren, gene de görkemini yitirmeyen… İstanbul varoldukça ayakta kalacak olan… Ölenle ölmeyen, bitenle bitmeyen… Duvarlarının rengi değişse de özünde değişmeyen… Aşağı mahallenin çıplak çocuklarıyla alay eden… Yukarı mahallenin çağdaş yapılarına sanki burun kıvıran… Aynı ölçüde ezebilen iki yanı da… Görkemiyle. Beni de ezen bu görkem işte… Onun kadar dayanıklı olmadığımdan, olamayacağımdan – ayakta bile kalamayacağımdan…
Hangi tükenmez kaynaklardan besleniyor ki sürdürebiliyor bir zamanlar benim de olan saltanatı? Her şeyin incilerinin döküldüğü, hiçbir şeyin görkemli olmadığı dünyamda taşınamayacak bir ağırlık yüklüyor omuzlarıma. Üstüme üstüme geliyor. Çevremdeki tüm havayı emip kendi soluğunu dışarı salıyor sanki. Boğulacak gibiyim bu yoğun havanın içinde. Burası sığınabileceğim bir yer olmaktan çoktan çıkmış da, çoktan kovulmuşum da ayrımında değilmişim. Çocukluğumun, gençliğimin sevinçlerini, gözyaşlarını, mutluluklarını, acılarını, hepsini, her şeyi almış. Hiçbirinden bana pay vermemeye kararlı. Tüm düşleri taşlaştırıp görmeyen gözlerinin gerisine saklamış. Kalın duvarların ardında kalan yaşan dondurulmuş bir meyve. Biçimi hiçbir zaman bozulmayacak belki ama tadı yok olmuş – yenilmez…
Üşüyorum birden. Donmuş bir meyveyi dişlemişçesine ürperiyorum.
Geç oldu, gitmem gerek.
Arabaya biniyorum. Anahtarı çevirip motorun sesini dinliyorum. Gene geleceğim buraya elbet. Gene gene gene gelmek zorundayım. Annem yaşadıkça hiç değilse üç-beş ayda bir kesinlikle geleceğim. Ama aramızda her şey bitti artık. Nakışlı tavanları, mermer merdivenleri, kafesli asansörü geri veriyorum. Karşılığında dökülmüş incilerimi bile istemiyorum.
Yetti. Bugünden tezi yok, temelli ayrılıyoruz.
(Bir Deli Ağaç)


Yorum Yapın