Sistem acımasızdı. Sistemde yavaşlığa, hayal etmeye, çok fazla düşünmeye yer yoktu. Hayatıma dershaneler, milyonlarca çözüp beynini otomatiğe bağlamazsan içinden çıkamayacağın çoktan seçmeli sorular, Kolay Matematik denen kabus matematik kitapları girdi. Matematik kolay falan değildi, bu dev bir yalandı ve ben gerçek bir faciaydım. İzmir’de hiçbir şey öğretilmiyor gözüyle bakıyorlardı bana. Oysa İzmir’deki öğretmenim uzun boylu, kısa saçlı, hep şık döpiyesler giyen çok hoş, ilham verici bir kadındı. İstanbul’daki şişman ve fazlasıyla boyalı bir teyze olan öğretmenimin yanında melek gibiydi. O melek bana matematik öğretememişmiş! Neyse zaten bu teyze de öğretemiyordu. Sadece matematik bilmediğimi tüm dünyaya gürültülü bir şekilde böğürüyordu. Ders almam gerektiğine karar verildi. Ama kimden ve nasıl?
Bu sırada Can’ın hayatı da çalkantılıydı. Sevgili ablası, bendeniz, kendisine okuma-yazma, toplama-çıkarma gibi temel dersleri daha okula başlamadan evde öğrettiği için birinci sınıfı atlayabileceği ortaya çıkmış, zeka testleri yapıldığında annemin gözlerini dolduran sonuçlar alınmış, benim okulumda bir erkek öğretmenin ikinci sınıfında pek mutsuz olan Can’a Bahariye’de tüm öğrencilerini Robert Koleji, Üsküdar Amerikan Lisesi gibi fiyakalı okullara sokmasıyla ünlenmiş Alev Öğretmen’in sınıfında yer bulunmuştu. Can bu yapma sarışın, koca gözlüklü, çıtı pıtı, kibar ama otoriter kadına adeta aşık oldu. Sonradan teneffüse çıkmadan sınıfta sessiz sakin geçen ve Can’ı tatlı bir domuzcuğa çeviren ilkokul yıllarını esefle anacaktı ama o zamanlar mutlu göründüğü kesindi. Alev Öğretmen okuldan sonra hemen okulun karşısındaki evinde verdiği özel derslerle de meşhurdu. Ondan matematik dersi almaya başladım.
Alev Öğretmen’in her zaman loş, görünmemesi gereken yerlerin kapısının sıkı sıkı kapalı olduğu sessiz evinde ders yapacağımız odada, masa başında onun bir şeyler atıştırmasını beklerdim. Sonra yanımdaki sandalyeye oturur, elinde hiç unutmadığım kırmızı mürekkepli dolmakalemiyle kadim matematik temellerini ve ötesini kalın kafama sokmaya çalışırdı. Havuz problemleri, formüller, geometri… Hepsinden nefret ediyor ama o kırmızı mürekkepli, kalın uçlu dolmakalemin uzun tırnaklı parmakları arasında, sayfa üstünde dans etmesine bayılıyordum. Bir saatin sonunda kapı çaldığında ders bitmiş demekti. Annem ve Can’la akşamın çöktüğü Bahariye’den Boğa’ya doğru iner, dolmuş sırasında biraz can çekişir ve sonunda eve dönerdik. Hafta sonları da artık benzer bir işleyişteydi. Okula gider gibi ya da azıcık daha geç kalk, dershane servisine bin, Kadıköy’e git, bütün gün dershanede sayılar sayılar sayılar, akşam eve gel, test test test… Prometheus ateşi çaldığı için cezalandırılmıştı, peki ben ne günah işlemiştim? Bir gün tüm bu sıkıcı ve monoton yarış hazırlığını unutulmaz kılan bir şey oldu. Yağmurlu, puslu bir günde dershane servisinde Kadıköy’ün sıkışık ara sokaklarında lanet ettiğim kaderime, testlere doğru ilerlerken bir anda radyoda çalan müzik kesildi, önemli bir haber var anonsu geçildi ve Turgut Özal’ın vefat ettiği duyuruldu. İçimden “eee?” dediğimi, bunu dediğim anda da servisin dört bir yanından gelen hıçkırık seslerini hatırlıyorum. 11-12 yaşlarında yaklaşık on beş çocuk Özal’ın ölüm haberine hıçkıra hıçkıra ağlarken içinden zar zor çıktığım havuz problemlerinden daha beter bir sorunla karşı karşıya olduğumu anladım. Bende bir şeyler farklıydı. O gün dershanedeki dersler iptal oldu, birkaç saat içinde aynı servisle kendimi evde buldum. Kimse ağlamıyordu.
Can kadar ileri zekalı, mucizevi bir tip olmadığım çok netti. İzmir’deki rahatlığa da alışmıştım belki. Üstelik benim olayım matematik değil Türkçe idi ve neden sayılarla bu kadar alakam olması gerektiğine çok canım sıkılıyordu. Ama gözüm yükseklerde değildi neyse ki. Benden üç yaş büyük kuzinim bizim İstanbul’a taşındığımız yıllarda bir Fransız lisesine girmişti. Ben de onun gibi Fransızca öğrenmek, onun kadar cool olmak istiyordum. Ekin okula girdikten sonra benimle iletişimi iyice kesmiş, kaşlarını dönemin modasına uyarak incecik yapmış, solaryumda kendini cayır cayır yakmaya ve tüm dünyadan önce yumurtasını tavayı spreyle yağlayarak pişirmeye başlamıştı. Madonna ya da Michael Jackson konserine giderken saf değiştirip özgür kızı oynuyor, başka zamanlarda Bağdat Caddesi’nin en güzel noktasındaki evlerinden çıkıp tiki arkadaşlarıyla bir aşağı bir yukarı volta atıyordu. Ekin kadar olmayı ben de becerebilirdim herhalde.

Evet becerdim. Biraz acılı oldu ama yedek listeler, düşen puanlar derken Beyoğlu’nda küçük bir Fransız okuluna kapağı attım. Hayat verdi mi tam veriyor. O yaz annemler artık bir ev kredisine girebileceklerine karar verdiler, çok sevdiğim Caddebostan’dan minibüslerin zar zar kornalarıyla müşteri toplamaya çalıştığı üst Erenköy’e taşındık. İlkokul arkadaşlarımı son görüşüm Büyük Kulüp’teki mezuniyet partisinin ardından Süleyman’ın evindeki doğum günü partisinde oldu. Öpüşmeli şişe çevirmece oynamak için yeterince büyüdüğümüze karar vermiştik ama oyun daha 11 yaşında hepimizden büyük göğüsleri olan Seda’nın “Ben öpüşemem” diye taş koymasıyla yarıda kaldı. Kulağıma fısıldadı hemen ardından, “Regl oldum artık ben, hamile kalabilirim”. Neden bahsettiğini anlamamıştım. Aylardır test kitaplarına gömülü olan beynimin ezberlediği sorular arasında bu yoktu ve matematiğe boğulmamız gerektiğine karar vermiş olan sistem bize arada bir azıcık cinsellik öğretmeyi akıl edememişti. Dinden imandan uzak olduğu kadar cinsellik konuşmaktan da uzak olan genç annemden de bu konuda medet umamazdım. Neyse ki tüm muzipliği ve bastırılmış renkli kişiliğiyle anneannem vardı ve bana yıllar önce verdiği öğüdün anlamını büyüdükçe yavaş yavaş çözecektim.

Yorum Yapın