Bir Gün Daha

Bilakis Dergi’nin Mayıs-Haziran 2025 tarihli 9. sayısında yayımlanan Bir Gün Daha isimli öyküm dergiye gönderdiğimden farklı bir şekilde yayımlandığından buradan orijinal versiyonunu paylaşmak istiyorum. Paragraf düzeninin ve tekrar eden kelimelerin gücüne inanan herkese keyifli okumalar!

Bir Gün Daha

Bu sabah da her sabahki gibi uyandım.

Hayır. Bu sabah her sabah olduğundan bir saat geç uyandım. 

Geç kalmıştım. Yetişmem gereken bir yer olmamasına rağmen geç kalmış hissediyordum. İçimde, hayatı panik halinde, bir şeylere yetişmeye çalışarak yaşamayı “yaşamak” zanneden bir şapşal vardı. Uyanmam, yataktan kalkmam, giyinmem, evden çıkmam toplam on beş dakika sürdü. 

Uyandıktan on beş dakika sonra dışarıda olmak yatak izlerini yüzümden silmeye fırsat vermemişti. Gözlerimde çapak kalmış mı diye elimle kontrol ettim. Yok, temiz. Cihangir’de sakin sayılabilecek bir kış sabahında aheste aheste yürüyen erkenci turistlere baktım bir anlığına. Kim bilir hangi “kanaat önderi”nin tavsiye ettiği, öve öve bitiremediği kafenin, kahvaltıcının yolunu bulmak için telefonlarındaki haritaya gömülmüşlerdi. Kim bilir nerede, ne kadar kazıklanacaklardı…

İstikamet ofis. Her zamanki gibi. Eve sekiz, bilemedin on üç dakika uzaklıktaki ofisime ne taraftan yürüsem diye uzun uzun düşündüm. 

Hayır. Kararı olabilecek en hızlı şekilde verdim.

Kahvaltı etmediğime göre önüme en yakın pastane ya da fırını çıkaracak yolu seçmeliydim. Öyle de yaptım. Apartmandan çıkınca soldan yokuşu tırmandım, uzun ve düz cadde boyunca yürümeye koyuldum. Uzun ama fırınlı yol. Dükkanlarını açmakta olan birkaç tanıdık esnafla selamlaştım. 

Hayır. Yıllardır burada oturuyordum ama pek kimseyle alakam yoktu. Bu yabancılığı sevdiğim bile söylenebilirdi.

Kaldırımda etrafında köpekler ve kedilerle oturan Vanlı Osman Amca bana çiçek vermek istedi. Çöpe atılmış çiçeklerden bir demet. Teşekkür ettim, bir dahaki sefere dedim ve yoluma devam ettim. Az ileride Cihangir’in en güzel, en sıkı dostları Çiko ve Herkül her zamanki köşelerinde yatıyorlardı, onları gözlerimle sevdim, içimden günaydın dedim. Köpeklerle selamlaşmak esnafla içli dışlı olmaktan daha temiz ve kolaydı.

Yaklaşık üç dakika içinde fırındaydım, iki tane peynirli poğaça aldım. Ofiste hazır olduğunu umduğum çay-kahveyi, hangisinin poğaçalarla daha iyi gideceğini düşündüm. Çoğunluk çay diyecektir ama ben kahveye de bir şans vermekten yanaydım. Ya da aslında önce hep kahve, poğaçadan, çaydan, hatta sudan önce kahve. 

Yolda alışılmadık bir durum yoktu. Hızlı hızlı yürürken ikinci el dükkanlarının vitrinlerine göz gezdirdim. Eve almayı planladığım o eşsiz tekli koltukları bir yerlerde görmeyi hayal ettim. Gözüme ilişen bir şeyler oldu, akşam dönerken bakarım diye düşündüm (ama elbette akşam aynı yoldan dönmedim). Daha kalabalık ve hareketli turist gruplarının arasından süzüldüm. İstiklal Caddesi’ne çıktığımda Ağa Hamamı’nın arabalarla rekabet halinde yürümek gereken dar kaldırımlarından refaha çıktığım için bir oh çektim.

Oysa İstiklal Caddesi’nde de arabaların serbestçe gezebildiği saatlerdi henüz. Üstelik son dakikaya kalmış teslimat araçları işlerini hızlıca bitirebilmek için sürat yapıyordu. Harala gürele bir yoğunluk. Birkaç saat sonra insanlar gelecek, kalabalıklar doluşacak bu meşhur caddeye. İhtiyaçları olduğunu zannettikleri kıyafetler, eşyalar satın alacaklar. Aslında aç olmasalar da çekici kokulara, davetkar tekliflere hayır diyemeyecek ve yiyip içecekler. İçtikçe aşık olacak ya da aşık olup da ulaşamadıklarını içerek unutmaya çalışacaklar. Aradıkları şeyleri bulabiliyor olmaları şart. Aradıklarını fark etmeden satın almak isteyebilecekleri, hayır diyemeyecekleri bir şeylerle kandırılmaları şart. Kendilerine alacaklar, yanlarındakilere alacaklar, evde onları bekleyenlere ya da beklediğini umduklarına alacaklar. Aldıkça içlerini kemiren yalnızlığı doyuruyor gibi olacaklar. Alabilmek için gerekirse borca girecek, kredi çekecek, o aldıkları sadece yalnızlıklarını değil evlerini de kalabalıklaştırdığından daha büyük yerlerde yaşamaya ihtiyaç duyacaklar. Kulaklarına üflenen çıngıraklı yalanlara kanacaklar. Onları etkilemek için hazırlanan, gürültülü ve telaşlı kamyonetlerle dolu caddede ilerledim.

Ofise tek parça halinde varmayı başardım. Anahtarlarımla kapıyı açtım. Kapı kilitli olmadığına göre ilk gelen ben değildim. Çantamı, paltomu İstiklal Caddesi’ne bakan odama bıraktım, mutfağa doğru seğirttim, o ilk gelen kesin oradadır diyordum içimden. Mutfak fokurdayan çay ve kahve makinalarından çıkan mis gibi kokular ve yoğun buharın egemenliğindeydi. Bir kupaya kahve doldurdum. Koridoru gerisin geri yürüdüm ve dümeni bu sefer arka odaya kırdım. Aydınlık, yüksek tavanlı, şık ofisin girişindeki dev aynada aksime göz attım. Soğuk havada yaptığım minik yürüyüş ve bir yudum kahveden sonra gözlerim biraz parlamaya başlamıştı. 

İşte oradaydı, ilk gelen, onu bulmamı bekliyor gibiydi, önünde bitmiş çay kupasıyla, ayaklarını masaya uzatmış, gerinerek oturuyordu. Beykoz’dan geliyordu her sabah. Üç vesait değiştiriyordu. Birkaç saat sonra İstiklal Caddesi’ne doluşacak kalabalığın bir temsilcisiydi adeta. Telefonundan komik videolar izleyerek, belediyede kendisine bir gün bir memurluk sağlayacağını umduğu bir siyasi partide gönüllü olarak çalışarak, her gün dere tepe aşarak geldiği bu kendisine yabancı ofiste kapı her çaldığında koşup açarak geçiriyordu günlerini. Mutfakta daima taze çay-kahve olması, deponun düzeni, fotokopi makinalarının kağıdı, odalardaki çöp kutularının temizliği hep onun sorumluluğuydu. Tüm bunların arasında, her fırsatta ya bir açık pencere kenarında ya da aşağı inip apartmanın kapısının önünde pofur pofur sigara içiyor ya da ofiste kimsecikler yoksa masaya kafasını koyup uyuyordu. Yalnızlıkmış, kalabalıkmış… Böyle kavramlar yoktu kitabında. Nasıl sabah ait olduğu kalabalığın içinden çıkıp geldiyse İstanbul’un kalbine, akşam da aynı kalabalığın içine karışıp dönecekti evine. Sevdiği bir kız vardı, bir gün, yakında bir gün evlenmeyi hayal ediyordu. 

Dün yaptığım ya da yarın yapacağım gibi günaydın dedim ona. Ben, şimdiden içimdeki yalnızlıkla akşam eve dönerken tüm o kalabalığın içine nasıl karışacağıma dertlenirken, kulağıma onun dertsiz tasasız arka odadan attığı bir kahkaha geldi. Saniyeler sonra güldüğü videoyu gelip bana da izletti. Birkaç kedi, bir köpek, bir kuş… Anladınız siz nasıl bir şey olduğunu… Onun kadar sesli olmasa da güldüm. 

Tüm bilinmezliği ve bitmesi için içimizde yarattığı sabırsızlığıyla bir gün daha başladı. 

(Ocak 2025, Arifpaşa)

Comments

Yorum Yapın