Alnımda, iki kaşımın ortasında, yarım parmak sağa doğru bir çizgi var. Derin bir çizgi. Yıllar içinde derinleşti. Ona kas diyorum ben. Ağlama kası. Geçtiğimiz hafta en çok çalışan kas oldu.
Eşyalar bana hatıralarıyla geliyorlar. Onları edindiğim anı, yanımda kimin olduğunu, nereden, nasıl aldığımı, neler konuştuğumuzu çoğunlukla hatırlıyorum. Sonra o eşyalara benimle oldukları günler, aylar, yıllar içinde başka başka anlamlar yüklüyorum. Onlara hikayeler yazıyorum. Onlar bana yazdırıyor daha doğrusu. Ayrılık zamanı geldiğinde onların bendeki anısı, boş duvarlardan kalkan çerçevelerin yıllar içinde bıraktığı iz misali kafamın içinde öylece kalıveriyor. Onlar başka odalara, başka duvarlara gidiyorlar, yine de benim gözümün önündeki yerlerinden ayrılmıyorlar. İşte ağlama kasımı bu hafta en çok çalıştıran bu eşyalar oldu.
En son Şubat 2023’te depremi ciddi ciddi hatırlayıp İstanbul’a da olacak diye korktuğumuz zaman bir deprem çantası yapmıştım. Öyle çok organize bir şey değil, birkaç sıcak tutma garantili ve çok kullanmadığım kıyafet, biraz ilaç, kedi maması gibi ıvır zıvırla (ne bir düdük ne de bir fener!) dolu, göstermelik bir şey. Birkaç hafta önce bir kenarda kaderine terk edilmiş bu çanta dikkatimi çekti ve onu tekrar kullanıma sokmak istedim. Bir güzel boşalttım, bütün kış aradığım bir şalımın içinden çıkmasına hem sevindim hem de kış geçtiği için üzüldüm. 23 Nisan Çarşamba günü iki gözüm iki çeşme ağlarken aynadaki aksime takıldı gözüm bir an. Stres yüzünden çıktığını düşündüğüm o meşhur çizginin aslında ağlarken derinleştiğini fark ettim ve şaşırdım. Sonra ellerimle alnımı tutarak daha çok ağladım. Ve sonra o çantaya evden gitmesi gereken ufak tefekleri yerleştirdim. İşte ben bunu yaptıktan yirmi dakika sonra Arifpaşa İstanbul’un kalanı gibi sallanmaya başladı. Ama bir fark vardı. Arifpaşa adeta benimle konuştu. Bana en az bir buçuk yıl kadar önce “Neden ben gidiyorum? Neden sen gitmiyorsun evden?” diyen adam kadar sinirli gibiydi. Çatırdadı, fokurdadı, sonra benim ağlamam durdukça o da yavaş yavaş duruldu. Sanırım beni anladı. Merdivenlerden koşarak inen komşularımı duydum, sokaktan bağırış çağırış sesleri geldi. Arka odada uyuyan yaşlı dedenin ürkek adımlar ve kocaman açılmış gözlerle salonun ortasına doğru yürüdüğünü görüp kucakladım. Kalbi hızlı atmıyordu, demek o kadar da çok korkmamış diye düşündüm. Şişman da hareketlenmişti ama korkmuş değil meraklanmış gibiydi. Prenses mi? Prenses banyo dolabının üstünde uykudaydı ve yerinden kıpırdamadı bile. Gençlik…
Dışarı koşmadım. Zaten eşyaları taşırken dışarı çıkmam gerekecekti. Zaten benim içimdeki deprem dışarıdakinden daha yıkıcıydı o an için. Eşyaları toplayıp ağlama kasımı çalıştırmaya devam ettim. O eşyalar ki hatıralarını içimden nasıl kışkışlayacağımı bilmiyorum, onlar benim altından çıkmam gereken enkazımdı.

Korkmamış gibi görünen Prenses tam iki gece boyunca uyku uyumadı, bize de uyutmadı. Bir üçüncü gece daha devam etseydi evi terk edecektim, neyse ki üçüncü gece normale döndü. Dün telefonuma bir bildirim düştü, iki sene önce aynı gün bir başka evden eşyalar ve hatıralar taşıyormuşum. Çileli Nisan ayı, dengesiz bahar mevsimi bana hep ağlama kasımı çalıştıracak anlar veriyor belli ki… Bazen diyorum, bir süper güç edinebilseydim, böyle bir hakkım olsaydı, görünmezlik kadar hatırlamamayı seçme gücünü de isteyebilirdim. Hatırlamamayı seçmek, çok güzel, çok hafif olmaz mıydı?

Yorum Yapın