On bir paragrafta 2024 wrapped

Ocak ayında ofisi taşımaktansa kapatmaya karar verdik. Ofisi boşaltma, çok sevdiğimiz çalışanlarımızla yolları ayırma çalışmaları başladı. Duygusal olarak yoğun bir dönemdi. En çok ofisi, ışığı çok seven dev saksı bitkilerine üzüldüm. Dağıtabildiğim kadar dağıttım, taşıyabildiğim kadar eve taşıdım. Ben onları seven tek kişiydim sanki, bensiz öksüz kalacaklarına, öleceklerine emindim. Sormaktan bile korktum benden sonra ne oldular diye.

Şubat ayında evden çalışmaya başlamıştım. 2024 sadece ofiste değil evde de önemli bir ayrılığa tanık olacak gibiydi ve oldu. Ay sonunda evde üç tüylü arkadaşımla yalnızdım.

Mart ayı ile ilgili hislerim hep karışık olmuştur. Hayatıma giren erkeklerin yüzde doksanı Mart doğumlu oldu. Büyük ayrılıklarım, büyük kafa karışıklıklarım Mart ayına denk geldi. Projeler geliştirmeye, toplantılar yapmaya devam ettim ama “ben ne yapıyorum?” duygum gittikçe güçleniyordu. Mart’ın son günü bir mucize oldu, hayatıma birisi girdi.

Nisan ayında İKSV film festivalinin basın gösterimlerine girme hakkı verdi. Zaten bir sürü bilet de almıştım. Festival başladıktan birkaç gün sonra Türkiye’nin en büyük medya şirketlerinden biriyle yaptığım saçma sapan bir toplantıdan sonra kararımı verdim ve işi bırakıyorum dedim. Bir süreliğine? Ne kadar süreliğine? Bilmek istemiyordum. Kendimi karanlık sinema salonlarına, festival filmlerinin büyüsüne gömdüm ve sinemanın bir sanat olduğunu hatırladım. Uzun zamandır unutmuştum. Instagram hesabımı kapadım.

Mayıs-Haziran ayları olaysız geçti. Boşluğa, elimdeki sonsuz gibi gelen zamana alışmaya çalışıyordum. Bir üniversitede söyleşiye davet edildim. Profesyonellere yönelik bir etkinlikte proje sunum atölyesi verdim. Ne kadar çok şey bildiğimi, bildiklerimi paylaşmaktan ve karşı tarafa ufacık da olsa bir katkı yapmaktan ne kadar keyif aldığımı fark ettim. Instagram hesabımı açtım, sonra yine kapadım. Bıraktığım işlerle ilgili birkaç toplantı yaptım. Herkes şaşkındı, neyi nasıl nereye bıraktığımı anlamaya çalışıyordu. Ben de bilmiyordum, bildiğim kadarını paylaştım: Dilenci değilim, bu işten ibaret değilim.

Temmuz ayında bir gün kredi kartı dolandırıcılığa uğradım. Bu olayın ertesi günü de çantam çalındı, dımdızlak ortada kaldım. Kredi kartlarım, telefonum, anahtarlarım, defterim, dedemin hediyesi canım Mont Blanc dolmakalemim… Komşumdan yedek anahtarı aldım, hepsinin üstüne buzlu bir duble viski içtim. Olaydan birkaç gün sonra Massive Attack konseri vardı. Beş yıl sonra Daddy G. ile görüşmek müthişti. Bana çok ağır kanser olduğunu söyledi, çok üzüldüm. Bir daha görüşeceğimize olan inancımız tamdı, birlikte selfie çektik. Dolmakalemimi kaybedince yazamam artık diye düşünüyordum ama daha çok yazmaya başladım.

Ağustos ayı geldiğinde en azından bu yaz bol bol gezme, denize girme planlarımın yanına bile yanaşamadığımı fark ettim. Canım sıkıldı. Çeşme’deki arkadaşımın yanına attım kendimi, en azından iki gece kalırım diyordum. Yanlış planlamışım, otobüste iki gece, Çeşme’de bir gece geçirdim, döndüm. Ege’nin tuzlu suyu yine de iyi geldi. Dergilere yazılarımdan göndermeye başladım. Ve inanılmaz ama gerçek, olumlu dönüşler oldu.

Eylül ayında çoluğum çocuğum olmasa da etrafımda “okullar açılacak” telaşını fazlasıyla hissettim. Eski defterlerime gömüldüm. Her gün sayfalarca yazmaya devam ettim.

Ekim ayında kapıya postacının bıraktığı haber kağıdıyla minik bir panik yaşadım. Meğer yıllar önce aldığım Galatasaray’daki posta kutusuyla ilgiliymiş. Yine avukatlık bir mesele geliyor diye ödüm koptu. kitap-lık dergisine ayın ilk günlerinde gönderdiğim yazı iki hafta içinde kabul edildi. İlk defa kalemimle para kazandım.

Kasım ayının ilk gününde her yerde dergiyi aradım, bulamadım. Dağıtılması Kasım ortasını bulabiliyormuş meğer. Dergiyi elime alamadan birkaç günlüğüne Atina’ya gittim. İlk defa. Neden herkes Atina’ya taşınmanın yollarını arıyor, anladım. Döndüğüm gecenin sabahında kapı çaldı, kargocu dergiyi ellerimin arasına bıraktı. Yıllar sonra bir öykümü basılı gördüm. Önemli mi? Yani işte… İnsan bir tuhaf oluyor. Amerika’daki bir arkadaşım okumak istedi diye sayfaların fotoğrafını çektim ama kendim okuyamadım. Sanki benden çıkmıştı artık o öykü… Venedik’e gittim iki hafta sonra. Öykümü okuyan birkaç kişi güzel mesajlar attı. Birkaç arkadaşım instagram’da paylaşmış. Bana instagram’ımı tekrar açmam için baskı yapıyorlar. Bende mi sorun var bilmiyorum ama instagram’ı açınca başından kalkamıyorum. Her şey öyle güzel ki instagram’da, Barbie ve Ken’in dünyası gibi. Twitter’a bakar oldum çokça, o da tam tersi içimi kararttı, bakmamaya başladım. Biraz haber alayım diye Nevşin Mengü’yü açıyordum Youtube’dan. Sonra o da çok karanlık gelmeye başladı. Evet tamam, Türkiye karanlık, dünya karanlık ama benim bunları bilmem pek de bir şey değiştirmiyor. Haberlere bakmamaya başladım ve hatta bakmamak için özel çaba sarf ediyorum. Bir sabah uyandım, eski bir müzisyen arkadaş bir whatsapp grubuna eklemiş. Oh be dedim, sonunda instagram’a ihtiyacım olmadan konserlerden haberim olabilecek. Ne güzel insanlar tanımışım, tanıyorum diye sevindim.

Aralık ayı geldi. Hava sonunda biraz soğudu. Kışı, soğuğu, kat kat giyinmeyi seven ben mutlu oldum. Yıllar sonra Bova’da bir caz konserine gittim. Yılın ilk aylarında attığım adımlar, aldığım kararlar sonrası vardığım sakin nokta için kendime teşekkür ettim, ediyorum. Çok şey, çok insan kaybettim ama demek ki kaybetmem gerekiyormuş dedim. Uzun bir zaman sonra evde kısık sesli de olsa hep müzik açık artık. Yeni bir dil öğrenmeye çalışıyorum. Aylar evvel onay alan üç tane öyküm ne zaman yayımlanacak diye heyecanla bekliyorum. Bir kitap olabileceğini umduğum öykülere ayrı, dergilerde yayımlanabileceğini düşündüğüm öykülere ayrı çalışıyorum. Keyfim yerinde. Dişlerimi sıkmıyorum. Alnımın ortasında hızla derinleşmekte olan o stres çizgisi epey belirsizleşti. Koca bir yıl geçti diye düşünüyoruz ya hani, aslında bir yıl bu kadarcık işte, on bir kısa paragraf…

Comments

Yorum Yapın