60. Venedik Bienali’nin Ardından

On üç yıl sonra Viyana’yı yazdığıma göre yedi yıl sonra Venedik’i de yazmam şart dedim ve oturdum klavyenin başına. Venedik’e yolum bir kez daha bienal için düştü ve iyi ki düştü. Üstelik bu Venedik seyahati yıllar sonra bir “kız arkadaş”la yaptığım ilk seyahat olduğu için de anlamlı. Yıllarca ülke ülke, turne turne gezdiğimiz Filiz’le bu sefer tamamen keyif için yollardayız. Sanki ilk defa birlikte seyahat ediyor gibi hissediyoruz, komiğimize gidiyor.

Son üç gününü yakaladığımız 60. Venedik Bienali’ni “tam” olarak görmeye elbette üç gün yetmiyor ama yine de en azından Arsenale ve Giardini ana mekanlarını tam olarak gezmeyi ve performansları yakalamayı başarıyoruz. Bu ana mekanlarda kendine yer bulamayan ülkelerin Venedik’in içine dağılmış olan mekanlarını da görmek ve daracık sokaklarda koşturmamak için bir hafta gibi bir süreye ihtiyaç var. Bir dahaki sefere gezi programımızı kesinlikle biraz daha uzun yapmaya karar veriyoruz. Aşağıdakiler bir “sanat eleştirisi” değil, sergilerden aklımda kalanlar ya da hatırlamak istediklerim:

  • Brezilyalı küratör Adriano Pedrosa’nın Foreigners Everywhere başlığı altında topladığı ana sergide tekstil üstüne yapılmış eserlere fazlasıyla yer vermesi dikkatten kaçacak gibi değildi. Tekstil yükselen sanat alanı. Türkiye’den gururumuz Güneş Terkol da iki eseriyle ana sergideydi. Güneş’in Venedik’teki eserleri ve yaratım süreciyle ilgili burada güzel bir röportaj var.
  • Yine ana sergide en ama en çok etkilendiğimiz iş Norveç’te yaşayan Sudanlı sanatçı Ahmed Umar’ın Talitin, The Third isimli, Sudan gelin dansını performe ettiği video enstalasyonuydu. Umar’ı bienalin son günlerinde kanlı canlı dans ederken yakalama fırsatı da bulduk. İstanbul’a sık sık geliyormuş, umarım bu video-performans çalışmasını da sergileme imkanı bulur. Müthiş bir performans, müthiş bir aura. Buradan bakabilirsiniz.
  • Almanya pavyonu tıpkı 2017’deki gibi gireni içinden çıkmamaya çağırıyordu. Çağla Ilk küratörlüğündeki üç farklı bölümden oluşan pavyonda fütürizm bir Türk işçi evinde çalan Neşet Ertaş’ın sesi ve tozlu yatağın baş ucundaki Atatürk portresiyle birleşti. İncelemek isteyenler buradan ve buradan buyursun.
  • Giardini’deki bir diğer etkileyici pavyon İngiltere’ye aitti. Tarini Malik’in küratörlüğünde John Akomfrah’ın Listening All Night To The Rain sergisi sayesinde pavyona görkemli, gürültülü dünyalar yerine sükunet, dinginlik ve harmoni hakimdi. Burada güzel bir gezi videosu var.
  • Giardini’den devam edelim. Danimarka pavyonu Inuuteq Storch’un Grönland – Kalaallit Nunaat fotoğraflarından oluşuyordu. Dünyanın neredeyse terk edilmiş bir bölgesinden insan portreleri… Fotoğrafların bir kısmının cam plakalara basılmış halde sergilenmesi özellikle etkileyiciydi. Rise of The Sunken Sun başlıklı sergiye buradan ve buradan bakabilirsiniz.
  • Sırbistan pavyonu soğuk savaşın hemen ardından tek tipleşen (yani Amerikanlaşan) Avrupa’ya adanmış gibiydi. Özellikle sadece isminde Avrupa geçen şarkılardan oluşan jukebox beni benden aldı. Gezenlerin dokunmaya çekindikleri jukebox’la Sırp pavyonunda dakikalarca dj’lik yaptım :)
  • Güney Kore pavyonunda Koo Jeong A’nın tek ayağının üstünde burnundan çıkan nefesi gördüğümüz çocuğu etkileyiciydi. Buradan görebilirsiniz.
  • Türkiye’yi Gülsün Karamustafa temsil ediyordu. Açıkçası söyleyecek pek bir şey bulamıyorum sergiyle ilgili. Yerelden çok uzak ve gezdiğim tüm sergilerde beni asıl etkileyen şey yerelden dünyaya açılan kapılar, pencerelerdi. Mizah, ses kullanımı, atmosfer yaratma… Bunların hiçbirini bulamadığım soğuk ve mesafeli bir sergi tercih edilmiş. Uluslararası basındaki yansıması ne oldu bilmiyorum ama beni etkilemedi.
  • Giardini-Arsenale arasında koştururken önümüze çıkan üstad William Kentridge’in Self-Portrait As A Coffee-Pot sergisine girmeden etmedik elbette. Henüz izlemedim ama Mubi’de aynı isimle bir de filmi varmış şu anda Kentridge’in.

Venedik havalimanında bir saat pasaport kontrolünde beklediğimizi – ki hayatımda pasaport kuyruğunda bu kadar beklediğim hiç olmamıştı -, dönüş uçak bileti olmayan kimsenin geçirilmediğini ve dönüş biletini alana kadar bekletildiğini (dolayısıyla arkasındaki herkes de bekletiliyor) can sıkıcı detaylar olarak unutmak istiyorum. Bir de tabii biz Venedik’e gitmeden birkaç hafta önce İstanbul’da Contemporary İstanbul gerçekleşti ve giriş bileti 1000-1500TL arasındaydı. Venedik Bienali’ndeki tüm mekanlara üç günlük giriş sağlayan bileti 40,5eu’ya aldık. Bu da can sıkıcı bir ekonomik detay olsun. Venedik ucuz sayılmaz ama bir espresso şehrin içinde de havalimanında da 1,5-2eu. Bir dev dilim tava pizzası 5-6eu. Dışarıda akşam yemeği yemediğiniz sürece – ki Macro’da 150-200TL’ye satılan havalı İtalyan makarnalarını 1-2eu’ya marketten alıp evde yapabilirsiniz – aslında çok da para harcamadan tadını çıkarabileceğiniz bir şehir. Daracık sokakları, kimi zaman daireler çizdiğimizi çok geç fark ettiğimiz kanalları ve köprüleri, turistik yerlerin uzağındaki bomboş meydanları 2017’deki gibi gözümü korkutmadı bu sefer. En fazla iki yıl sonra tekrar görüşeceğimizden eminim.

Comments

“60. Venedik Bienali’nin Ardından” için bir cevap

  1. Kaan Akalın Avatar

    Merhaba, faydalı ve güzel bir yazı olmuş emeğinize sağlık. Blogunuza abone oldum, ben de yeme içme noktalarıyla ilgili yazılar paylaşıyorum. Siz de https://istanbullezzetduraklari.com bloguma abone olursanız, çok sevinirim. Teşekkürler! :)

Yorum Yapın