Havalar soğumaya başladığında, kaloriferlerin henüz yanmadığı o ara mevsimde hemen hemen her sabah yatakta üç kedi tarafından çarmıha gerilmiş halde uyanıyorum. Bir tanesi (en yaşlı ve erkek olan) yüzüme, boynuma yakın bir yerde, mümkünse yorganın içinde; diğer ikisi (“kızlar” diyebiliriz kendilerine) iki bacağımın arasında ya da etrafında. Normalde sırt üstü uyumam ama beni bir şekilde sırt üstüne çevirmişler, ben ne kadar rahatsızsam onlar o kadar rahat, fosur fosur uyuyorlar.
Kaloriferler yanmaya başladığında bu ritüel biraz değişiyor. Uykuya çekildiğim saate bağlı olarak bir ya da iki kediyi yatakta benimle takılırken buluyorum. Yaşlı dedemiz on ikiden sonra kaloriferler kapandığından yatağa gideyim diye beni dürtmeye başlıyor. Amacı belli, yorganın altına, koynuma girecek ki on beş yaşındaki yorgun kemikleri ısınsın. Ha tabii bir de yatmadan önce doldurduğum ve ona özel olarak yatak odasına aldığım mama kabının peşinde. Şişman bir ev kedisi sanmayın hemen kendisini. O smokinli bir beyefendi ve hayatında azıcık ete geldiği günler olduysa da hiçbir zaman göbekli bir adam olmadı. Fiziğini ve kibarlığını hep korudu. Gece atıştırmalıklarını seviyor sadece. Tüm gün bir şey yemez ya da bir dirhem yaş mamanın umuduyla mutfaktan ayrılmaz, ama gece oldu mu karnını doyurmadan da uyku tutmaz. Ne diyorduk, bu yaşlı beyefendimiz benimle geçirdiği on beş yılda neredeyse ilk günden beri boyun-koyun bölgesini kendisine uyku yeri olarak seçti. Yatakta iki kişi miyiz, benim boşluk olan tarafa dönmemi bekler, öyle girer koynuma. Asla iki kişinin arasına sokulmaya çalışmaz. Sabahları da kaloriferler yanmaya başladığı anda ya kalorifer üstüne geçer ya da yorganın üstünden bana eşlik etmeye devam eder. Ama asla ve asla ayak bölgesinde değil, hep yukarıda, boyna yakın.
Kızlara gelirsek… Kızların biri üç buçuk yaşında şişman bir üç renk, diğeri bir buçuk yaşında uzun tüylü, yeleli ve nazlı bir tekir.
Evin ortancası, şişman hanımı insan ırkından onu beslemediğiniz sürece asla hoşlanmaz, kimselerin ona sokulmasına izin vermez. Tam bir “kedi-sever-kedi”dir kendisi. Kucağa gelmez, sevdirmez, gırıldamaz. Her kapı açıldığında kaçmaya çalışan ve çoğunlukla kaçan da odur, saç kurutma makinesinin kordonuna kafayı takmış, Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşması gibi kordonla (ama sadece o kordonla) savaşan da o. Mama yoksa uzun zaman sesi çıkmaz, şişmanlığına rağmen ilk ağlayan o olmaz. Çünkü yine şişmanlığı sayesinde stokları hep doludur, daha fazla yemeye aslında ihtiyacı yoktur. Tüm tabakların dibini yalar, hatta doluyken de mutlaka saldırıp dişine yarar bir şey var mı diye bakar. Her kedinin sevdiği et-süt ürünleri dışında, ayrıca, ekmek ve unlu mamullere bayılır. Evin tüm bitkilerini zamanında yerle bir ettiği için sprey şişesiyle travmatik anıları vardır, sudan hiç hoşlanmaz, şişeyi bırakın görmeyi sesini duyduğu anda vınnn diye mekanı terk eyler. Tek başına takıldığından yatağa pek gelmez ama geldiğinde de ayak ucundan yukarıya çıktığı olmamıştır.
Tekir hanımefendiye gelirsek… Evin prensesi, nazlı kızı, gözümün nuru, bir tanem… Onu parkta avucumun içini bile doldurmayacak kadar minikken, gözleri kapalı halde bulup eve getirdiğim anda hayatımda yeni bir sayfa açılmış gibi oldu. Günlerce geceleri iki-üç saatte bir kalkıp besledim, kontrol ettim. Aylarca benimle birlikte işe gitti, geldi. Kaç tane zoom toplantısını varlığıyla yumuşattı sayamam. Yaşayacak mı, yaşatabilir miyim derken bugünlere kadar geldik. Resmen pamuklara sararak büyüttüğüm bu prenses şimdi evin efendisi gibi takılıyor, hiçbirimizin de sesi çıkmıyor açıkçası. Hayvanlar aleminde “güzel” olan hep erkekler olurmuş ya hani, prensesimiz yaş aldıkça yeleleri uzuyor, her gün daha da güzelleşiyor. Koca patileriyle kendisine erkek yakıştırması yapanlar bile oldu. Pire torbası olarak eve adım attığı günden itibaren aylarca sirkeli sularla banyo yaptırdığım için midir bilmem, suyu sever, duşun altına bile girmeye kalkar. Dolayısıyla sprey şişesinin prensesimiz üstünde pek de etkili olmadığını tahmin edersiniz. Tam gözüne nişan almadığınız sürece tabii… Kağıttan toplara, bebekliğinden beri yanından ayırmadığı ve ağzında evin her yerine ağlaya ağlaya taşıdığı balıklarına çok düşkündür. Annesi de onu ağzında taşırken düşürüp unuttu mu, bulamadı mı diye düşündürür, hüzünlendirir bu ağlama sesleri. Bir de çok konuşkandır bu nazlı prenses. Bazen gece boyu konuşma sesleri gelir içeriden, adını seslenirim, hemen gelir yanıma. Adını en fazla üç kez çağırtır bana, mutlaka nerede olursa olsun gelir bulur beni. Yemeğe içmeye özel bir merakı yoktur. Mama konduğunda en son gelen de odur, yaş mamasını en yavaş yiyen ve hatta bırakan da. Onu bir gün gömecek olduğumu düşününce yıllar geçmesin, zaman yavaş aksın diyorum… Şişman hanımın kendisini anası sandığı tekir prensesim evdeki herkesle arasını iyi tutmaya çalışır, kimseyle papaz olmaz, bazen kıskandığı kısık bakan gözlerinden belli olsa da asla çaktırmaz, yüzünü düşürmez. Şişman hanımla birlikte ayak ucumda takılsa da onu kimi zaman yanımdaki boş yastığa başını koymuş halde bulurum sabahları. Sokulduğumda göbeğini açar, uzun tüylerini sarılmam için önüme serer. Gır gır gırlar…
Nerelere gittim, oysa sadece bu sabah yatakta şişman hanımla yaşadığımız yakınlaşmadan, sohbetimizden bahsedecektim. Evet, bu sabah uyandığımda yatakta ayak ucumdaki şişman hanımdam başka kimse yoktu. Bir anda arkadan sarıldım kendisine, ağırlığımı hafifçe verdim üstüne ki hemen kaçmasın. Baktım kaçası yok. Boynunun altını okşayarak konuşmaya başladım. Aa boynunu kaldırdı, daha da seveyim istiyor. Sanmayın ki gırlıyor, gırlama kası yok şişman hanımın ama olsa gırlardı belki, o kadar memnun görünüyordu. Üç-dört dakika boyunca ona eve geldiği ilk günü, nasıl banyo yaptığını, nasıl tüm çiçeklerimin hakkından geldiğini, güzelim vazolarını kırdığını hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Sonra onu eve getiren ve şu anda burada bizimle yaşamayan zat-ı muhteremin onu ne kadar sevdiğini, onu eğitmek için nasıl uğraştığını, onu tasmayla sokağa çıkarma hayalleri kurduğunu, onun şişman değil kaslı ve atletik bir ev kedisi olmasını ne kadar istediğini ama bunu maalesef benim kısırlaştırma planlarında geç kalmam yüzünden başaramadığımızı anlattım kulağına. Beni dinledi. Boynunu açtı da açtı. “Seni götüremez hiçbir yere, merak etme” dedim. “Nerede yaşadığını, ne yaptığını bilmiyoruz şu anda ama merak etme, seni götürüp de ne yapacak” dedim. Sokaktayken, sağ ön bacağının altında kocaman bir kesik varken ona bakan, iyileştiren bendim ama onu tutup eve getiren ben olmadım ve bunu biliyor. Yaşlı beyefendiden ve nazlı prensesten farklı olduğunun farkında. Onu da diğerleri kadar sevmeye çalışıyorum ama izin de vermiyor ki hırçın kız. Hangimiz önce vazgeçtik birbirimizden bilmiyorum. Ben mi çok kızdım çiçeklerimi mahvettiği için, yüz döndüm? Yoksa o mu çok sert buldu beni ve hatta sahibi bellediği insanın benim yüzümden ayrıldığını, onu terk ettiğini düşündü? Kapıya konacağından, defterinin dürüleceğinden, vahşi avluya geri döneceğinden, anası gibi bir sokak kızına döneceğinden korktu belki. Koca, yuvarlak gözlerinde hep bir korku var sanki. Kanepenin bir köşesine, koltuğun kenarına, yatakta ayak ucuma yatmıyor da sığınıyor gibi. Oysa üç çocuğum arasında en güçlüleri, başımıza bir şey gelse bana ihtiyacı olmadan hayatta kalacağından emin olduğum bir o var. Onu da çok sevdiğimi, ondan başka şişman kızım olmadığını, ne kadar güçlü bir kız olduğunu anlatıyorum kulağına. Bize ayrılan sürenin dolduğunu anlıyorum huysuzlanmaya başladığında, daha fazla üstelemiyorum. Onunla böyle konuşmaya devam edeceğim, inadı kırılır, şişman sıcaklığını paylaşır bir gün benimle.
(Bu anlık hikayeleri (artık hikaye mi denir buna yoksa sadece bir paylaşım mı bilmiyorum) yazdığım gibi bırakmayı, üstlerinden geçmemeyi seviyorum. Umarım siz de okumayı seversiniz…)

Yorum Yapın