Çare

Bazen yazmaktan başka çare yokmuş gibime geliyor. Uyumsuzluğuma, huysuzluğuma, huzursuzluğuma, yalnızlığıma, yalpalamalarıma, inişlerime, çıkışlarıma, arayışlarıma, bulduklarıma ve bulamadıklarıma, bildiklerime, unuttuklarıma, unutmak isteyip unutamadıklarıma… Tek çare yazmak.

Kendimi bildim bileli yazarım, günlük tutarım da hiç oturup günlük okuduğum olmamıştı. Arada bir, defter bitip de onu önceki defterlerin arasına bırakırken bir tane eski defteri açıp karıştırmak, birkaç satır, sayfa okumak sayılmaz. Ben bu yaz önce annemlerde bıraktığım ortaokul-lise yıllarımın günlüklerini okumaya başladım, sonra daha yakın zaman günlüklerini okuyup işaretlemeye, kategorize etmeye. Önce her şey sıcak yaz günlerinde kavurucu güneşten saklanmak için kaçtığım evimin arka odasındaki mağaramda en eski defterlerle içe dönmemle başladı. İçe dönüp kendimi bulmuş gibi oldum. On dört yaşında tuttuğum defterin kapağında şimdi bile tekrar ettiğim cümleleri görmek “demek pek de değişmiyoruz” dedirtti. Ya da sokak ağzıyla söylemek gerekirse: “Çok da şaapma”.

Sonra 19 Ağustos’ta The New Yorker’da Annie Ernaux’nun On Cancer and Desire yazısı çıktı ve ilk defa (evet, itiraf ediyorum ilk defa) Annie Ernaux okuyup büyüsüne kapıldım. Kimdi bu beni benden alan kalemin sahibi kadın? Birkaç yıl önce Nobel kazandığını, izlediğimde çok sevdiğim Happening filminin onun kitabından uyarlandığını biliyordum ama satırları, kelimeleri daha önce önüme düşmemiş, beni meraklandırmamıştı. Annie Ernaux’yu okumaya başlamadan önce azıcık araştırdım ve onun da bir günlük sevdalısı olduğunu keşfettim. Röportajlarını dinleye dinleye bir sabah kalktım, baktım yıllar sonra Fransızca yazmaya başlamışım defterime. Kalemim Fransızca oynuyor ve ben içinde olduğum dünyayı ve kıymetini daha önce bilmediğim tutkumu hiç bilmeden bu cesur ve tutkulu kadınla paylaştığım için teşekkür ediyordum. İlk okuduğum kitabı Simple Passion oldu. Fransızcasını bulamadım, İngilizce okudum (çeviri okuyacağım zaman halen İngilizce çeviriyi tercih etmek gibi lanet bir huyum var). Bir Pazar günüydü ve okumam sadece birkaç saat sürdü. Oturup ağladım. Tıpkı kitaptaki Annie gibi ben de bir adamı, beni aramasını bekliyordum. Daha fazla dayanamayıp ona mesaj attım, kitaptan bahsettim. Birkaç hafta sonra da ona okuması için hediye ettim. Kitap kısaydı ama onun ne okuma alışkanlığı ne de okuyacak vakti vardı. Aylar sonra Atina’da havalimanına doğru giderken metroda bitirdi son sayfaları, benden okuması için başka kitaplar da vermemi istedi. Bir insanı dönüştürmeyi sevdiğimi fark ettim bir kez daha. Hem korkuyorum dokunup bozmaktan ve sonra öfkesine hedef olmaktan, hem de, elimde değil, dokunmak, bir şeyler katmak, çıkarmak, birlikte başka bir şeye dönüşmek hoşuma gidiyor. O karşımda Simple Passion’ı bitirirken bense Ernaux’nun henüz Türkçe’ye çevrilmemiş, Simple Passion’ın tam versiyonu gibi sayılabilecek Se Perdre’i (Kaybolmak) okumaya başlamıştım. Tam bir günlük formatında olan Se Perdre’e başlayalı bir ay olacak ama halen bitirmedim. Bitmesinden korkuyorum, azıcık azıcık okuyorum. Arada Ernaux’nun en meşhur kitabı The Years’ı da okudum. İlk başta içine girmesi zor geldi, sonra baktım sonbaharda sarı-turuncu-kırmızı kuru yapraklar dökülür, bir rüzgarda döne döne savrulur ya hani, kitap beni o yapraklardan biri gibi içine almış, döndürüp duruyor. Başım dönüyor ama içinden çıkamıyorum. Ernaux’nun kendi hayatını dünyanın, ülkesinin, tarihiyle harmanlaması ve yaşama, sevme tutkusunu ciğerlerime kadar hissettim The Years’ı okurken.

Geçen hafta Yeşim mesaj atıyor, Tomris Uyar öykü ödülü verilecekmiş, benimle gelir misin diyor. Başka yere gideceğim, yetişemem diye reddediyorum. Sonra o gün geliyor, o başka yeri halletmişim, eve dönüyorum ama canım da dışarıda kalmak istiyor, ne vardı ne vardı diye düşünürken tamam diyorum, Yeşim’e mesaj atıyorum. Yarım saat sonra Galatasaray’da Yapı Kredi binasında, ödül törenindeyim. Masamın üstünde aylardır okunmayı bekleyen Tomris Uyar kitabını hatırlayıp azıcık utanıyorum ama yapacak bir şey yok. Yıllar sonra adımı ve öykümü basılı sayfalarda görmemi sağlayan Murat Yalçın’la ilk defa yüz yüze tanışıyorum o gece. Güzel şeyler söylüyor, yüreklendiriyor. Gündökümleri’nden bahsediliyor o akşam, sahneye çıkan, konuşan herkes Gündökümleri diyor. Merak ediyorum, araştırıyorum. Birkaç gün sonra bulmak, edinmek heyecanıyla yine YKY’ye gidiyorum ama yok. Oradan Aslıhan Pasajı. Hiçbir yerde yok. Gündökümleri’ni bulmak Fransızca kitap bulmaktan zor adeta. İnternette dokuz yüz liraya satana rastlıyorum, o kadar da olamaz. Sonra telefondaki robotik sese kitap okutmaya meraklı bir arkadaşım kitap pdf’lerinin paylaşıldığı telegram gruplarından bahsediyor. “Baksana şu kitaba benim için” diyorum. Beş dakika sonra kitap telefonumda. Telefondan okumaya çalışıyorum, olmuyor. Bilgisayardan açıyorum, tamam şimdi içindeyim kitabın. Yine bir büyü sarıyorum etrafımı. Yine bir kadın, yine bir günlük. Günlük tutmanın büyüsüne vakıftım da günlük okumanın büyüsü yeni giriyor hayatıma. Bir nev-i “peeping tom” (Türkçesi röntgenci ya hani bence yeterli ve güzel değil bu röntgenci lafı, o yüzden İngilizcesini kullanmaya devam edeceğim) oluyorum günlük okurken. Hayatıma azıcık yakınlaşmış herkesin neden günlüklerime meraklı olduğunu, annemlerle yaşarken kardeşimin neden her fırsatta okumaya çalıştığını, annemle yaşadığım en büyük sorunların hep günlüklerimi okumasından kaynaklandığını, ortaokul günlüklerimin küçük kilitlerini şimdi daha iyi anlıyorum. Her şey bu “peeping tom”culukta gizli. Acayip bir cazibesi var birinin hayatına bakmanın. Gündökümleri’ni henüz bitirmedim ama okuduğum, anladığım kadarıyla Tomris Uyar okuyalım diye yazmış bunları zaten. Olsun, yine de bizi ortak ediyor içinden geçen nehirlere, dalgalara, fırtınalara. 15 Mart 1975’te yazdığı ilk sayfada şöyle diyor:

Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyor­muş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış dernektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.

Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba: “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” Yani okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir serinlik, bir açılım?

İkinci soru da şu: Ya ben şunu yazmadan edebilir miydim? Gerçekten?

Bunları okudukça yazmadan, anlatmadan edemiyorum. Defterlerimde, yıllar boyunca kimi zaman not ettiğim, kimi zaman uzun uzadıya yazdığım duygularımda, olaylarda aradığım her şey gizli gibi. İçgüdüsel olarak çıktığım yolun başka yazarlar tarafından geçilen bir yol olduğunu öğrenmek, yalnız oturduğum bu masa başında aslında yalnız olmadığımı fark etmek bana çok iyi geliyor. Üstelik yalnızlığımı paylaştıklarım da benim gibi hayatın içinde çırpınan kadınlar. Çırpınmak kadına mı özgü? Belki… Bir hayal kırıklığı var içinde. Bir çaba. Bir görülme ama aynı zamanda saklanma arzusu. Ve mutlaka ama mutlaka bir hayatta kalma içgüdüsü. Yani zayıf değil güçlü bir hal çırpınmak. Çırpınıyoruz çünkü varız, var olmaya devam edeceğiz deme hali.

Son olarak Gündökümleri’nden bir parça daha paylaşacağım, içine dokunan olursa ses etsin. Paylaştıkça büyüyelim, birbirimize çare olalım…

Sonra, tenlerine değen madeni altından değil, gümüşten seçenler, kendi tenleri kokanlar; yol almaktan korkmayanlar, göçebe olanlar; “menkul” eşyalarıyla, şemsiye, mendil, çakmak gibi ufak fazlalıklarını bile durmadan yitirenler; para sayama­yanlar; biraz şaşkın, oldukça uyumsuz kaçanlar; gelişkin aletle­ri kullanamayanlar, uzayı umursamayanlar ama yerli filmler­ de gözleri dolanlar, dolmuşlarda ve otobüslerde halkımızca ha­yat-hikayesi-dinleme-uzmanlığına atanmışlar.

Gülmeyi, paylaşmayı, sevmeyi bilenler; yemek pişirmeyi ve iyi yemek yemeyi uzun sofralarda, geniş tabaklarda; sevi­şirken öleceklerini sanacak kadar haz duyanlar, çok çocuk is­teyenler, çocuklarca seçilenler; unutmayanlar, ananlar, sızlan­mayanlar; dünyaya ve sevdiklerine kaptırdıkları şeylerin çete­lesini tutmayanlar, hep kazançlı, hep borçlu çıkanlar son he­saplaşmada.

Gizlenmeyenler yani, gözden çıkaranlar, vericiler; sağlıkla­rını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaç­mayanlar, rüzgarda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabi­lenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları.

Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler; evlerine sığınıla­bilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle.

Yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler.

Comments

Yorum Yapın