Bu dağ başında boş zamanınız varsa ve aracınız yoksa yapabileceğiniz şeyler sınırlı. 28 Ocak’tan düne kadar tüm boş zamanlarımı bir açıkhava outlet alışveriş merkezinde boş boş gezerek geçirdim denebilir. Dün ise nispeten ilham verici bir plan ve bir araç çıkınca karşıma, evet demeden geçemedim. Böylece İstanbul’da olsam çok da merak etmeyeceğim Kelebeğin Rüyası‘nı Kuşadası’na birkaç kilometre uzaklıkta başka bir alışveriş merkezinin – ki Sao Paulo’daki tuhaf alışveriş merkezlerine bu kadar benzeyen bir yer daha görmemiştim – sinemasında izlemiş oldum.
“Müthiş bir hikayeden nasıl sıradan bir film yapılır?” diye bir ders olsa üstüne uzun uzun konuşulabilecek bir film. Benim için önemli olansa o Varlık dergisini ellerine alıp isimlerini göremeyen ya da gören genç şairlerin heyecanıydı. Beni çok eskilere, bir akşam eve gelen telefona, aynı Varlık dergisini elime alıp kısacık hikayemi içinde bulduğum günlere götürdü. Unutulmuş bir heyecanı başkalarının yüzünde, beyaz perdede izlemek iyi geldi, kaosuma bir anlık ara verdi. Bundan sonra o eski heyecanı bir daha yaşamak, peşinde koşmak gibi bir planım yok ama hatırlamak hoştu.
Filmle ilgili söylenebilecek başka iyi bir şey gelmiyor aklıma. Belçim Erdoğan’ın rolüne ne kadar uymadığından, kostümlerin ne kadar itici olduğundan, kömür karasının, yoksulluğun Yeşim Ustaoğlu’nun Araf‘ında nasıl çok daha iyi canlandırıldığına değinen yüzlerce yazı yazılmıştır muhtemelen. Yazılmadıysa da, yine “aman şöyle güzel, böyle güzel” diye pohpohlandıysa, o zaman zaten yapacak bir şey yok…
Ben güneşli, rüzgarlı, bir sıcak, bir soğuk dağ başımda, küçük tavşanımla yalnız olduğum ofisimde bunları düşünürken İstanbul’da neler oluyor ey insanlık?

Yorum Yapın