Koleksiyoncu

collector

John Fowles’un ilk okuduğum kitabı hiç bitmeyecek gibi gelen Büyücü (The Magus) idi. Her ne kadar Büyücü‘nün göndermelerini tam olarak çözemesem de (okuduğumda 16-17 yaşlarındaydım sanırım) Fowles’a hayranlık duymuştum. Fowles okumaktan sırf bu gizemin peşine düşmekten hoşlandığım için vazgeçmedim ve yoluma Koleksiyoncu (The Collector) ile devam ettim.

Koleksiyoncu bankada çalışan memur ve aynı zamanda kelebek koleksiyoncusu Frederick Clegg’in uzaktan aşık olduğu resim öğrencisi Miranda Grey’i kaçırıp tutsak olarak tutmasının hikayesidir. Clegg piyangodan kazandığı parayla şehir dışında, her türlü medeniyetten uzak büyük bir ev alır kendine, işi bırakır ve evin dışındaki mahzeni Miranda’yı içinde “ağırlayabileceği” şekilde düzenler. Tek istediği Miranda’nın onu tanımasını, ona aşık olmasını sağlamaktır ve bu zaman isteyen bir iştir. Miranda’yı ancak böyle kendisine yaklaştırabileceğini düşünür çünkü o cahil bir banka memurudur, Miranda ise entellektüel bir sanatçı. Clegg’i herhangi bir sapıktan, katilden ayıran Miranda’dan cinsellik beklememesi ve ona sonsuz saygı duyduğunu sürekli tekrarlamasıdır. Kitabın ilk bölümü Clegg’in ağzından, ikinci bölümüyse Miranda’nın ağzından anlatılır. Okuyucu bir yandan sırf onlar gibi iyi okullara gidemediği için entellektüel sınıfın dışında kalan, kendini ezik hisseden Clegg’e acır, onun saf arzularını içselleştirir, diğer yandan da onun değişen ruh hallerinden, öfkesinden ürker. Clegg tıpkı kelebekler gibi Miranda’yı da koleksiyonunun bir parçası yapmaya çalışmaktadır. Onun için güzel olana ulaşmanın tek yolu onu hapsedip öldürmektir.

1963 yılında basılan Koleksiyoncu bir solukta okuduğum ve hiç unutmadığım eserlerden. Dün akşam kitabın William Wyler’ın yönettiği 1965 yapımı uyarlamasını izlerken kitabı okurken hissettiğim heyecanın aynısını hissettim. Terence Stamp’in Clegg’i, Samantha Eggar’ın Miranda’yı canlandırdığı, Stamp’in ortaya mükemmel bir psikopat çıkaran oyunculuğunun Peeping Tom‘a kadar gitmemi sağladığı film, her iki oyuncuya da Cannes Film Festivali’nde en iyi oyuncu ödüllerini getirmiş. Imdb’deki bilgilere göre Wyler çekimler sırasında en iyi performansı vermesi için Samantha Eggar’ın ekiple birlikte yemek yemesini, Stamp’in onunla selamlaşmasını bile yasaklamış.

İşin en acı tarafı kitap ve filmin meşhur seri katillere ilham verdiğini öğrenmek oldu. Koleksiyoncu Fowles’un söylediğine göre “Hiçbir zaman eşit doğmayacağımız, Çoğunluğun yanlış bir aşağılık hissinden çıkmak için eğitilmesi, Azınlığın ise doğuştan üstünlüğün bir varoluş biçimi değil ama bir sorumluluk hali olduğunu kabullenmek gerektiği” üstüne bir kitap. Clegg’in temsil ettiği Çoğunluk, Picasso’nun resimlerinden ya da Salinger’ın Gönülçelen‘inden anlamayan ve anlamadıkça öfkelenen, bunu entellektüel azınlığın kendisine dayattığı bir durum olarak algılayan bir kesim. Fowles’un yaklaşımını faşist bulanlar olsa da, bence tam olarak Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanmaya çalışılmış ama yarıda kalmış aydınlanma projesini özetliyor. Miranda’nın ölümü, Clegg’in başka bir kadının peşine düşmesiyle sona eren hikaye bu idealist aydınlanma projesinin Fowles’un kafasında bile tam yerini bulamadığını, bir ütopyadan öteye gidemediğini gösteriyor gibi.

Not: Fowles’un otobiyografisi olarak da düşünülebilecek olan Zaman Tüneli‘ni tekrar okumadan son paragraftaki fikirlerin Fowles tarafındaki kesin açıklamalarını bulmak zor. Ben sadece bir cümlesinden yola çıkarak muhtemel bir görüş öne sürüyorum…

Comments

Yorum Yapın