yürürken sakız çiğneyebilen insanlardan olmadığım bir kez daha kanıtlanmış bulunuyor. hem film festivali, hem yoğun iş temposu, hem gitmek üzere olduğum uzak ve güneşli ülkenin hayalleri, hem de istanbul gösteri sanatları platformu aynı zamana denk gelince bayrağı çektim sayılır. şimdi hızlıca bir toparlama yapmak gerek ki o uzak ve güneşli ülkede “daha neler neler var yazmam gereken!” telaşına tutulmayayım.
31. istanbul film festivali oldukça durağan ve hayal kırıklıkları içinde geçti bizim için. son bir haftadır birer michel petrucciani ve marina abramovic belgeseli, arturo ripstein’in fazlasıyla teatral filmi gönül laf dinlemez ve tony gatlif’in öfkeliler filmini izledik ki o da bir belgesel sayılır. entellektüel açıdan fos bir film olsa da çekimler, kurgu ve grafik kullanımında gatlif’in godard’ı, özellikle son dönem filmlerini örnek aldığı çok açık. festival bize ne yazık ki unutulmaz bir sinema deneyimi yaşatamadı bu sene, en azından kurmaca film anlamında.
belgesellere gelince, petrucciani de abramovic de etkileyici ve baştan çıkarıcı belgesellerdi. petrucciani’den çıktığımda bir yandan 1 metrelik bir adamın nasıl bu kadar çok kadının kalbini kırdığını düşünüyor (aslında bu davranışları normal boyutlarda bir adam yapsa “hayvan” diyeceğimiz kesin olduğuna göre toplum olarak onu hoş görerek yine de “acımış” oluyoruz) bir yandan da eve gidince hangi albümünü dinlesek diye planlıyordum. mucize gibi bir hayat yaşamış petrucciani.
abramovic belgeseli ise sanatçının geçen yıl moma’da yer alan the artist is present adlı retrospektif performans sergisine odaklanmıştı daha çok. kadının o kadar ilginç bir hayatı var ki bu belgesel 3-4 saat, hatta 2-3 bölüm olsa yine aynı ilgiyle izlerdik bence. moma için tekrar ve genç sanatçılarla icra ettiği performanslarına bir de o genç sanatçıların gözünden bakabilmeyi, onların neler hissettiğini öğrenmeyi, urla ile yaşadığı mutlu sefaletten nasıl bu kadar büyük bir zenginliğe ulaştığı biraz eksik kalmış sanki. bu belgeselin dvdsi ancak belgeselde göstermediği ama yönetmenin 700 saatlik kayıtlar içinde yer aldığını söylediği bu bölümler eklenirse ilginç olur. moma’daki serginin tek “yeni” performansı ve belgesele ismini de veren the artist is present‘tan kısaca bahsetmek gerekirse abramovic müzenin ortasında oluşturulan kare bir alanda bir sandalyede serginin tüm süresi boyunca (14 mart-31 mayıs 2010) moma’nın çalışma saatleri dahilinde oturuyor ve siz de karşısındaki sandalyede ona bakarak oturabiliyorsunuz. doğal olarak 2,5 ay boyunca günde 7 saat yerinden kalkmayan sanatçının en çok korktuğu şey bedeninin iflas etmesi ama olmuyor ve sergi 750bin kişi gibi rekor bir seyirci kitlesine ulaşıyor. abramovic’in karşısında oturmak için numaralı kuyruklar oluşturanlar, moma’nın önünde bütün gece yatanlar, serginin son günlerine doğru dünyanın dört bir yanından sadece bu anı yaşamak için gelenler… the artist is present işte bu yeni performansın duygusallığına yoğunlaşmıştı. işin benim için en duygusal anı ise abramovic’in sevgilisi ve köpeğiyle birlikte beş yıl boyunca yaşadığı karavanı moma’da görünce “tüm sefaletimize rağmen hayatımın en mutlu yıllarıydı” demesi oldu. insan nasıl da farkında olmuyor yaşadığı anın ve nasıl da her seferinde iş işten geçtikten sonra kafasına dank ediyor geçmiş mutluluklar. yuvamızla ilgili şikayetlerime böylece bir son vermiş ve taşınma planlarını uzanması zor raflara kaldırmış bulunuyorum. carpe diem!
bu arada meraklıları için iki adet makale new york times’tan:
http://www.nytimes.com/2010/03/12/arts/design/12abromovic.html?pagewanted=all
http://www.nytimes.com/2010/05/31/arts/design/31diva.html?ref=hollandcotter
ikisi de holland carter’ın makaleleri, ilki sergi başlamadan önce yazılmış, ikincisi bittikten sonra. bir eleştirmenin bakışını izlemek için oldukça iyi yazılar bence. ayrıca ikinci makalenin altında adı geçen tehching hsieh ile ilgili iDANS’ın 2007’deki ilk edisyonunda adrian heathfield bir sunum yapmıştı. kendisinin sadece hsieh’nin süreç performanslarını ele alan bir kitabı da var: http://www.adrianheathfield.com/books_out.html
festival deneyimlerine dönersek, nasıl da istemiyorum ripstein’in gönül laf dinlemez filminden bahsetmeyi! öyle bir iç sıkıntısı yarattı ki bende, anlatmaya kelimeler yetmez. modern bir madame bovary uyarlaması olduğuna kandık (aslında fransız edebiyatının bu histerik karakterinden özellikle haz etmeyen bendeniz bu laflara hiç kanmazdım ya neyse!) ve pazar gecesi 1,5-2 saat kadar kendimizi ağlak ve “drama queen” bir kadının zırvalamalarına teslim ettik. o sinemayı terk eden onlarca kişiden biri de ben olmak isterdim doğrusu ama yine yapamadım işte…
bu kadar kötü “kurmaca” deneyimden sonra son iki gündür bilet almaya çekinir olduk. film festivali bu sene hızlı tüketti kendini bizim yakamızda. haftasonunun bir diğer büyük etkinliği istanbul gösteri sanatları platformu ile ilgili yorumlar da bir sonraki yazıya kalsın. arayı hızla kapatacağız dostlar, merak etmeyin :)


Yorum Yapın