sessiz filmlere karşı özel bir sempati vardır bizim evde. o yüzden modern bir sessiz film olduğunu düşündüğümüz the artist için de daha izlemeden sempati besledik. michel hazanavicius’un oscar alması beklenen filmi güzel olmasına güzel ama sesle olan ilişkisi dışında (bir kabus sahnesinde seslerin birden gelmeye başlaması ve en sondaki bir-iki cümlelik diyalog) modern hayata pek dokunduğu söylenemez. daha çok bir yönetmenin kaçırdığı ve çok sevdiği bir döneme yaptığı bir güzelleme olarak görülebilir. başarılı olduğu kesin, seyircisini kalbinden vurduğu ve hatta “ses olmasa da olur!”u hatırlattığı için güzel, belki oscar’a kadar da uzanır (hollywood filmi gibi görünmeye çalışan bir fransız filminin oscar alması şüpheli görünse de) ama daha iyisi de olabilirdi. adına aşina olmadığım hazanavicius’un önceki filmlerini de merak etmedim değil, her ne kadar filmografisi pek enteresan görünmese de.
filmin fransız starları jean dujardin ve bérénice bejo çok başarılılar ama bence asıl büyük alkışı filmdeki muazzam başarısıyla küçük jack russell uggie hak ediyor. scorsese’nin son filmi hugo‘yu sinemalarda kaçırdık ama altın tasma ödüllerine aday bile olamayan oyuncusu blackie için attığı çığlığa kulak vermeden edemedik: http://www.independent.co.uk/arts-entertainment/films/news/scorsese-fury-at-award-snub-for-hugo-dog-6297293.html
hazanavicius’un etkilendiği filmlerin başında murnau’nun city girl‘ü varmış bu arada, hatırlamak bile yüzümü gülümsetti. bizim de the artist‘in yaptığı göndermeleri takip edebilmek için daha yoğun olarak sessiz film izlemeye başlamamız gerektiği kesin.


Yorum Yapın