making it all work – bir seminer

bergen’de meteor kapsamında en beğendiğim etkinlik making it all work isimli seminer oldu. marie nerland’ın kürasyonunu üstlendiği seminer 22 ekim cumartesi günü 11:00-16:00 arasında søren andreasen, isabell lorey ve camiel van winkel’le buluşturdu bizleri.

seminer daha çok görsel sanatlara eğilse de, sanatta çalışma koşulları, “yeni sanatçı”nın konumu, duruşu konularına, en azından, benim kafamda iyi bir açılım getirdi. ilk konuşmacı isabell lorey teorik bir sunumla başladı, søren andreasen kendi kafa karışıklığını çözememiş haliyle eserlerine eğilen bir sunumla devam etti, camiel van winkel ise “bir tasarımcı olarak sanatçı” sunumuyla semineri bitirdi.

bunlardan winkel’in sunumu teori ve pratiği buluşturan anlaşılır ve kolay takip edilir sunumuyla benim için en ilginç olandı. günümüzün avantgarde’ı nedir, kabul gören sanat eserleri neden ve nasıl tasarım harikası logolarla aynı kriterleri paylaşmakta, aynı tuzaklara düşmektedir, para kazanma derdinden bir türlü yakasını kurtaramayan, fakirliğe baştan programlı günümüz sanatçısı için kaçış olanağı var mıdır? winkel’in sunumunun ardından gelen sorulardan biri bunu nasıl performans sanatları alanında düşünebileceğimiz üstüneydi. winkel net bir cevap vermese de benim aklım direkt the show must go on‘u bir “sanat ürünü” olarak yerel ekiplerle sahneye konması için satan jérôme bel’e gitti. iDANS kapsamında geçen hafta sonu gerçekşen gösterinin dansçı seçmeleri, provalar ve hatta gösteri süresince bel’in asistanlarını göndermekten öteye geçmemesi tuhaf bir durum. the show must go on güncelliğini yitirmeyen bir gösteri olsa da, tüm dansçı grubunu (25 kişi sanırım toplamda) şehir şehir dolaştırmak yerine yerel ekiplerle çalışarak masrafları en aza indiren bel, başka bir açıdan bakarsak sadece çok istendiği için eserini bu şekilde sergileyerek herhangi bir ürün gibi arz-talep mekanizmasının bir parçası haline gelmiyor mu?

sanat alanında eser üretenler kadar sahne arkasında çalışanlar, düşünenler ve ortam üretenlerin (yapımcı-organizatör) biraraya gelme ve en azından istanbul’da neler olduğunu, koşulların bizi nereye götürdüğünü, kendimizi  “bağımsız sanatçı”, “bağımsız yapımcı”, “bağımsız küratör” olarak tanımlarken koşulların bizi bağımsızlığa süreklediğini, bağlanacak pek bir yer olmadığını konuşmanın, yabancı kalabalıklar içinde arada bir yaptığımız terapi seanslarını (çok daha samimi ve sert olanlarını) kendi içimizde yapmanın zamanı geldi. umarım bu konuda yakın zamanda güzel haberler verebiliyor olacağım.

seminerle ilgili bazı linkler:
isabell lorey’in ingilizce ve almanca yazılarına buradan,
camiel van winkel’in web sitesine buradan,
seminerle ilgili bilgiye buradan,
e-flux’un konumuzla birebir ilgili 17. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

hepimize keyifli okumalar!

Comments

Yorum Yapın