bergen bergen

bergen’e gelmeden ekim ayının ve hatta genel olarak tüm yılın ne kadar yağmurlu geçtiğinden haberdar olmuştuk, ama nedense bu kadarını beklemiyorduk. yağmura fazlasıyla alışık, şıklığı ve zenginliğiyle göz kamaştıran bergen halkı yağmur altında sokaklarda cirit atadursun, biz iç mekanları tercih etmeye, mümkün olduğunca az hareket etmeye çalıştık. öyle böyle değil, “donuma kadar ıslandım” nidasıyla sonuçlanabilecek bir yağmurdan bahsediyorum, kolay değil. ayrıca bir havalimanı-şehir merkezi transferinin bile (gidiş-dönüş) 50 lira olduğunu söylersem buralardaki zenginlik (pahalılık) seviyesini anlarsınız sanırım. denizde petrol bulduklarından beri avrupa’ya meydan okuyorlar diyerek de özetleyebilirim durumu. her neyse yediğim (kahvaltı sofrasının vazgeçilmezi!) ya da yiyemediğim (kahvaltı sonrası yemek istiyorsanız yüklü bir miktar parayı gözden çıkarmanız gerek!) norveç somonlarını bir kenara bırakalım, gelelim görüp izlediklerime.


MaisonDahlBonnema faciasından sonra – ki ne yazık ki 80lerin operasına meraklı, metnini yere göğe sığdıramayan festival yönetmenleri tarafından bolca ağırlanacağı belli oldu – keyfimi yerine getiren pek bir şey çıkmadı karşıma denebilir. ikinci günün bombası a smith’in ismini das kapital’deki bir cümleden alan all that is solid melts into air performansıydı. 45 dakika boyunca sahnede bir sandalyede oturup gözlerimizin içine bakarak gayet kibirli ve büyüklenme üstüne kurulu bir konuşma yapan smith, temelde aktivizmden, dünyayı değiştirmekten, harekete geçmekten bahsetse de, izleyende zerre kadar harekete geçme isteği uyandırmıyordu. hatta onun karşımda böbürlendiğini ve kendini dünyanın en akıllı ve aktif insanı gibi ortaya koyduğunu gördükçe sinirim bozuldu denebilir. hiçbir şey olmayan ve, ama, hiçbir beklenti de yaratmayan ve seyirciyle en fazla iletişimde olduğunu sandığı anda en uzak noktada duran performanslardan. karşımızda oturup sürekli su içerek yazılı ve ezberlenmiş olduğu çok belli bir metni hatırlamaya çalışarak ne yapmak istediğini anlamadım. salondaki 15-20 kişilik “kalabalığın” da anladığını sanmıyorum. eğer politik bir alıp veremediği olmak gösteri sanatlarının yeni trendiyse, sanırım, alanda olup bitenleri düzeltmeye çalışarak başlamak daha yerinde olacak, sahne üstünde anlamsız konuşmalar yapmak yerine. sadece sahnede olma durumunun bile seyirciyle araya ne kadar mesafe koyduğundan kimse bahsetmemiş mi kendisine acaba?

bergen’deki “zavallı” tiyatro maceramı dün akşam forced entertainment’ın tomorrow’s parties oyunuyla tamamladım. tim etchells’ın bir metin dehası olduğu kesin ama sahneye koyuş biçimiyle gittikçe sürprizsizleşiyor. gelecekte neler olacak, nasıl bir dünyada yaşayacağız üstüne iki kişilik bir düşünme, hayal kurma ve düşündürme şeklinde özetleyebileceğim oyun, sade sahne düzeni, insanı hayallere ve bilim kurgu filmlerine sürükleyen metniyle etkileyici, bir türlü enerjiyi ve ritmi değiştirememesi ve en yüksek noktaya çıkamamasıyla can sıkıcıydı. bir şey olacak mı acaba diye bekleyerek sonunu getirdiğimiz tomorrow’s parties riga’da izlediğim quizoola! gibi süresel performans da olmadığı için seyircisini oldukça sürüncemede bıraktı denebilir, en azından beni! yine de, neden, diyorum kendi kendime, neden tiyatro festivalimiz kalabalık oyunlar programlamak yerine (hele ki bu kadar parasızlıktan yakınırken!) böyle sade sahne çalışmaları getirmiyor, tiyatro severleri etchells’ın seyre değer dünyasıyla tanıştırmıyor…

bergen’de iyi sahne çalışmalarına denk gelmemiş olabilirim. ama bergen film festivali’nden, werner herzog’un son filmi the cave of forgotten dreams‘i 3d olarak izleme şansına eriştiğimden, 2009’daki istanbul bienali’nin hırvat küratör kolektifi what, how&for whom’un bir sergisine ve sergi kapsamında burak delier‘in parkalinç işine denk geldiğimden, neredeyse yarım günümü making it work başlıklı sanatta çalışma kavramını, koşullarını ve yeni sanatçıyı sorgulayan bir seminerde geçirdiğimden bahsetmezsem bu gezi tamamlanmış olmaz.

şimdilik sadece şunu söyleyebilirim ki dünyanın ve özellikle sanat dünyasının istanbul’dakiyle sınırlı olmadığını bilmek, arada bir dışarı çıkıp başka yaklaşımlara şahit olmak umut verici.

Comments

Yorum Yapın