10. yıl! yani tam 10 yılını takip ettiğim bir küçük festival. kalbimde ayrı bir yeri olduğu kesin, hem kısa ve öz festivalleri sevdiğimden, hem soğukların istanbul’a yeni gelmeye başladığı günlerde kışa geçişi kolaylaştırdığından, hem de film seçkisini hemen her zaman beğendiğimden. bu seferki film ekimi’ni çok iyi takip ettiğimiz söylenemez belki ama açığımızı evden kapatıyoruz denebilir. sinemada izlediğimiz julia leigh’in sleeping beauty (uyuyan güzel) ve julie delpy’nin le skylab gökten bir uydu düştü) filmlerinden sonra evdeki seanslara lars von trier’nin aylardır merak ettiğimiz melancholia, cary fukunaga’nın jane eyre, nanni moretti’nin habemus papam ile devam ettik. sanırım film ekimi bizim evde daha birkaç gün daha sürecek :)
şimdiye kadar izlediklerimiz arasında melancholia en çok merak ettiğim film olduğundan ondan başlayayım: alışık olmadığımız türden bir “dünyanın sonu geldi” filmi, kısaca. filmin adını karakterlerin dalgalı ruh halleri, beklenmedik bir şeyler olacağı fazlasıyla “beklendik” olan iniş çıkışlarıyla karıştırırsanız çok yanılırsınız, çünkü burada melancholia çok daha elle tutulur, gözle görülür bir “şey”, dünyaya hızla yaklaşmakta olan masmavi bir gezegen ve, evet, sadece onların değil, insanlığın sonunu getirmesi olası. aslında trier’nin insanlığın yüzyıllardır en büyük dertlerinden olan bu melankoli konusunu böylesine biçimselleştirmiş olması epey hoşuma gitti. iki bölümden (charlotte gainsbourg’un canlandırdığı claire ve kirsten dunst’ın canlandırdığı justine karakterleri üstüne kurulu) oluşan melancholia tuhaf, tekinsiz, tedirgin edici, anlaşılmaz bir psikolojik-gerilim-üstü-felaket filmi. estetik ön planda, renkler, müzikler akılda kalıcı, narsisist olduğu kesin. ilk bölümü ünlüler geçidinden farksız: true blood‘ın eric northman’ı alexander skaasgard ve babası stellan skaasgard, udo kier, catherine rampling, 24‘ün jack bauer’ı kiefer sutherland, john hurt… arada bir saçma sapan açıklamalarda bulunsa da (yaratıcılıktan kaynaklanan deliliğe bağlıyorum bunu), bence, son kertede, lars von trier yine yapmış yapacağını.
sleeping beauty‘den bahsetmek istemiyorum. koca bir sinema salonu dolusu insan bolca sıkıldık film boyunca. avustralyalılar bir yığın şey denemiş, ama hiçbirini tutturamamışlar.
jane eyre iyi bir edebiyat uyarlaması. başka da numarası yok bence. kitabı okuyalı o kadar uzun zaman oldu ki film uyarlamasını bu açıdan değerlendirmeme imkan yok. hikayenin sonunu yaz sonu televizyonda rastladığım çok eski bir hülya koçyiğit-ediz hun filmine benzettim bu arada. zaten, düşünürsek, fazlasıyla “türk filmi” bu jane eyre.
gelelim en eğlenceli bölüme: nanni moretti yüzümüzü bolca güldürdü habemus papam ile. senaryonun bir sürü eksiği, gediği, tutmayan, üstünde durulmamış yeri olsa da, moretti yine müthiş bir konu yakalamış. papa olmak üzere seçilen kararsız ve depresif peder (ya da kardinal mi demeli?) rolünde michel piccoli’yi izlemek harikaydı.





Yorum Yapın