okumadıysanız bir an önce başlayın çünkü çağımız edebiyatının en önemli seslerinden birini kaçırmış bulunuyorsunuz.
son birkaç aydır önce tesadüfen başlayan, sonra yine neredeyse tesadüflerle devam eden, sonunda aşkla sonuçlanan maceralı bir ilişki içindeyim ishiguro ile. okuduğum ilk eseri birbirlerine bazı bazı bağlanan beş öyküden oluşan nocturnes oldu. fazlasıyla sade olması, dilinin akıcılığı önce şaşırttı (karmaşalara biraz fazla kaptırmışız kendimizi!), ne düşüneceğimi bilemedim. belki uzun zamandır elime bir öykü kitabı almadığımdan ilk başlarda çok da hoşuma gitmedi hissettirdikleri. oysa öyküler birbirlerine tuhaf biçimlerde bağlandıkça ya da birbirlerini andırdıkça ve eser başı-sonu olan, ortasıysa her nasılsa atılmış/kaybolmuş/unutulmuş bir romana benzedikçe elimdeki kitaptan keyif aldım ve bittiğinde daha devam etmeliydi derken buldum kendimi. alt başlığın da söylediği gibi müzik ve gece üzerine öyküler beynimi çok da meşgul etmeden beni içine almış, anlatılanı hemen gözümün önündeymişçesine kafamda canlandırmama olanak vermişti. o sırada aradığım da tam buydu.
nocturnes‘ün ardından ishiguro’yu bu sefer önce filmlerini izlediğim kitaplarından takip eder oldum. okuduğum iki kitabı da yeni sayılmasalar da, amerika’yı yeniden keşfetmiş bir havaya bürünmemi sağladılar: the remains of the day dil ve gelenekler üstünden oynadığı görecelik oyunlarıyla, never let me go ise ajitasyona fazlasıyla açık bir meseleyi düz ve keskin bir dille anlatmasıyla bagajımdaki ishiguro yerini sağlamlaştırdılar.
daha önce de filmini izleyip yazdığım never let me go‘yu bir de ishiguro’nun kaleminden direkt olarak okuyunca edebiyat uyarlamalarının ve onları beyaz perdeye taşımanın ne kadar ince bir iş olduğunu bir kez daha fark ettim. üzülerek söylüyorum ki filmi izleyip kitabı okumadıysanız siz de benim gibi büyük bir hata yapmışsınız. film ne kadar insanın “bam teline” basmak üstüne kuruluysa, her anı sizi duygulara boğuyor, gözlerinizde bir-iki damla yaş birikmesine sebep oluyorsa, ishiguro’nun kitabı da bir o kadar düz ve sade ele alıyor konuyu. “ölüm” kelimesinin bile geçmediği romanda klon-insanlar birer acıma nesnesi olarak değil, bilimin insan ırkının baş etmesi zorlu hastalıklara karşı bulduğu bir çare olarak sunuluyor. tıpkı film gibi kitapta da hikaye birinci tekil şahıstan, bir klon-insanın ağzından anlatılıyor ama filmdekinin aksine onunla özdeşleşmek yerine onu dinliyor, izliyor, yaşadıklarına şahit oluyoruz. onunla ağlama isteği duymuyoruz çünkü o da ağlayıp sızlamıyor. her şeyi net ve köşeli sunan, ama asla “acımasızlık”la suçlanamayacak olan ishiguro insanı ağlamaktan kanırtabilecek bir hikayeyi bu şekilde anlatarak onu “öldürmüyor”, aksine yeni bir boyut ekliyor. işte filmin kaçırdığını fark ettiğim boyut da bu.
never let me go ve the remains of the days türkçe’de mevcut. nocturnes de duyduğuma göre yakın zamanda yayımlanacakmış. hangisinden başlarsanız başlayın ishiguro’yu okuma listenize alın, sadelikten hoşlanıyorsanız elbette. yok, eğer, murathan mungan tarzı vıcık vıcık duygusallıktan, yekta kopan’ın “ay rakı burcunda bu gece” tarzı laflarından haz ediyorsanız size ishiguro’dan da, benim başka herhangi bir önerimden de ve hatta benden de hayır gelmez, nitekim “alıntı edebiyatı” edebiyatın en zavallı türlerinden biridir ve uzak durulası olduğu kesindir.




Yorum Yapın