bu hafta şansısız filmler konusunda. dün belki de sadece sibel kekilli’den dolayı varlığından haberdar olduğumuz ayrılık (ingilizcesi when we leave), bugünse shane meadows’un this is england‘ı içimi oldukça kararttılar. içimden kerem akça gibi “bu filmlere gitmeyin” demek geliyor ama işin ucunda mahkemeler, davalar, tazminatlar olduğuna göre artık en hafif eleştirilerle yetinip, aman ona buna kimseye hiçbir şeye dokunmasın diye uğraşmaktan başka çare kalmadı.
efendim, sibel kekilli’nin oynadığı ayrılık tam bir dram. türkiye ile ilgili tüm klişeleri “klişece” kullanmakla kalmıyor, bir de üstüne çok ilginç olduğunu farz ettiği hikayeler kuruyor. bizde mi sesle ilgili bir sorun vardı yoksa film gerçekten televizyon dizisi gibi sessiz mi çekilmiş anlamadım. ses ve mekan o kadar bütünleşemiyordu ki başka nasıl açıklanır bilmiyorum. ayrıca derya alabora kızıl saçlarını siyaha boyayıp bir de üstüne türbana girince gerçek bir felaket yaşanıyor. sadece onun o halini görüp kapatabilirsiniz filmi.
this is england ise faulkland savaşı, thatcher zamanı ingiltere’den bir küçük çocuğun hayatına götürdü bizi. 12 yaşındaki shaun okulda itilip kakılmaktan, alay edilmekten bıkıp çareyi kendini iyi kötü bir çeteye atmakta buluyor. shaun’un çete içi maceraları ne yazık ki buram buram didaktizm, ayrılık ile eşit cıvıklıkta dram içeriyordu. başlardaki otomatik portakal tarzı çılgın, şiddet eğilimli ama bir yandan da “kötülük” barındırmayan çeteyi ve shaun’un kır gezintilerindeki terkedilmiş kayıkları, yeşil çayırları çok sevsek ve onun ezilmiş çocukluğuyla bütünleşsek de filmin ana teması olan milliyetçilik ve zararları biraz fazla öğretici ve hatta “kör göze parmak” şeklinde anlatılıyor.
sonuç: bir süre eskilere, klasiklere döneceğiz. bu ara günümüz sineması içimizi açmıyor pek.


Yorum Yapın