welcome – philippe lioret

başrolde la moustache ile beynimize kazılan, ekranda gördüğümüz ilk anda “aaaaa bıyığın nerede senin?!” diye tepki vermeden edemediğimiz vincent lindon’un olduğu, bir göz aşinalığımız olan kürt ve türk oyuncularıyla welcome bir çağdaş ferhat-şirin, leyla-mecnun hikayesi.

17 yaşındaki ıraklı bilal’in sevdiği kız için yürüyerek, trenlerin altında saklanarak, yasadışı göçmenlerin uyguladığı çeşit çeşit yöntemi kullanarak fransa’da calais’ye kadar ulaşmasını ve buradan sevdiği kız mina’nın yaşadığı londra’ya geçme çabasını anlatan film, hem en az ferhat’ın şirin’e ulaşmak için dağı delmesi kadar zorlu ve kararlı bir çağdaş aşkla tanıştırıyor bizleri, hem de ulus-devlet kavramının güncelliğini yitirmiş politikalarının çizdiği sınırlar ve onlara uymayı görev edinmiş naziden farklı olmayan fransızlarla. yasadışı göçmenleri, özellikle de savaşta olan ülkelerden gelmişlerse, ülkelerine gönderemeyen fransa, bu insanlara herhangi bir hak tanımak ya da gerekli yaşama koşullarını sağlamakla bile ilgilenmiyor. “fransa” diye tanımladığımızın, öncelikle, yasal kurumlar olduğunu varsayarsak, “fransa”nın ikinci kısmını oluşturan halkın belki de farklı ve hatta daha insancıl bir tepki vermesini bekleyebilirsiniz. ama film, acı gerçekle burun buruna getiriyor bizi: yasa koyucuları, uygulayıcıları seçen halk ya da halkın kendisini temsil etmesi için seçtikleri dersek, onun bu diğerlerinden farklı olmasını beklemek saçmalıktan başka şey değil. nitekim yasadışı göçmenlerin herhangi bir süpermarketten alışveriş yapmaları, halka açık havuzun sadece duşundan yararlanmaları (parasını vererek) bile söz konusu değil. bu insanlar böcekler gibi duvar kenarlarında yürümeye terk edilmeli, ayağınızın altında dolanırsa üstüne kuvvetli basmak suretiyle ezilmelidir.

bilal mina’ya ulaşmak için önce bir kamyonun içinde kafasına torba geçirip beklemeyi deniyor, beceremeyince ingiltere-fransa arasını yüzerek geçmeye karar veriyor. vincent lindon’un canlandırdığı simon da havuzda çalışan eski şampiyon, yeni yüzme eğitmeni olarak bu noktada devreye giriyor. bilal’le kurduğu ilişki yüzünden (ders vermesi, evine alıp yemek ve yatacak yer sağlaması) defalarca polisle karşı karşıya geliyor, göz altına alınıyor.

2009 yapımı film, geçen haftalarda ingiltere ile vize savaşını kaybetmiş bir arkadaşımı getirdi aklıma. yasadışı bir göçmen olmasanız da, bu pek “great” yere gitmek öyle kolay değilmiş meğer. insanın varoluşunun önüne konan bu deli saçması engeller, vizeler ne zaman ortadan kalkacak, insan nereli ne renk olduğu, ne dil konuştuğu neyi nasıl yaptığı bir yana bırakılıp sadece insan olarak varolabilecek? belçikalı bir arkadaş bir yılı aşkın süredir federal hükümetin kurulamadığı ülkelerinin yeni bir fransız ihtilaline doğru gitmekte olduğunu söyledi. ulus-devleti, niyadı çoktan dolmuş olan milliyetçiliği gözden geçirmenin zamanı çoktan geldi, öyle değil mi?

Comments

Yorum Yapın