ljubljana’da izlediğim en korkunç şeyler arasında jan fabre’ın prometheus landscape II oyunu hiç kuşkusuz üst sıralarda yer alıyor.
fabre’ın yunan mitolojisinin meşhur karakteri prometheus’u sahnenin ortasına bir dekor olarak gerdiği, sahneye bütün oyun boyunca bir telaş, keşmekeş, bağırtı ve anlamsız çıplaklığın hakim olduğu oyun kimseyi memnun etmemiş gibi görünse de, sloven seyirci o kadar kibar ve çekingen ki, memnuniyetsizliğini alkışına pek yansıtmıyor. prometheus landscape II fabre’ın gençliğinde sahneye taşıdığı tüm yeniliklerin ve uç duruşların tükenmişliğini göstermekten öteye gidemedi ne yazık ki. hiçbir repliği “konuşmayan” ama sürekli bağıran, alakasız şekilde birdenbire müzik eşliğinde hint dansı yapmaya başlayan oyuncular, sahnede ateş yakmasına izin verilmemiş fabre’ın kum ve yangın söndürme tüplerine abanması, saçma, gülünç ve kesinlikle yersizdi. bir sanatçının kendine ve dahiyane fikirlerine tapmasının ne kadar öldürücü olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu böylece. fabre, bence, kendisini öyle bir yere koymuş ki, bunu aşma, geliştirme, yenileme, araştırmaya devam etme gibi bir çabası kalmamış. bunda, ne yaparsa yapsın desteğini çekmeyen, bütçelerinin büyük kısmını ona ayırmaya devam eden tiyatroların, festivallerin de rolü olduğu kesin. fabre artık gülünçlük sınırındaki yaratılarıyla değil, adıyla var ve tüm o ortak yapımcılar da işine değil onun ismine yatırım yapıyorlar. maalesef, sadece büyük bir talebi karşılamak üzere üretilen, neredeyse konfeksiyonlaşmış sanatta kokuşmuşluklar mevcut…
fabre’ın arkasından izlediğim son üç iş balkan dans platfomu kapsamında programda yer alıyorlardı. beğenmediklerimi bir kenara bırakıp (sahnede yaklaşık bir saat boyunca bir plastik torba içinde terleyip sonunda terini içen, bu sırada da bize bir et parçası ile mastürbasyon yaptığı, kendine taptığı görüntülerini sahne üzerindeki iki ekrandan izleten viva mandic‘ten söz etmek bile istemiyorum zaten) takip edilesi tek isimden bahsetmek istiyorum ljubljana defterini kapatırken: prosxima dance company/maria coliopoulou ve jan fabre’ın arkasından izlediğimizde içimize su serpen işi [action] 8 – singularity.
sahneye hemen hemen çapraz açıyla yerleştirilmiş iki plastik çocuk havuzunun içinde aynı rutin hareketle saçını tarayan iki kız karşıladı bizi yerlerimizi almaya çalışırken. biz oturduktan sonra da 10-15 dakika daha aynı şekilde saçlarını tarayan kızlara eşlik eden sakinleştirici klasik müzik, bazı bazı göğe yükselmek üzere seçilmişiz gibi üzerimize vuran güçlü spot ışıkları göz alıcıydı. ışık bizi terk edip tamamen sahneye odaklanırken biz de tam olarak yoğunlaştık değişen hareketlere. birbirlerine dokunmadan aynı hareketleri yapan iki kız kendi adalarında boş bakışlarla dans ederken bizi de hipnotize etmeye çalışır gibiydiler. birbirlerine bu kadar uzak ama aynı zamanda yakın duruşları bana j.g. ballard’ın beton ada kitabını hatırlattı garip bir şekilde. robinson crusoe hikayesini günümüze taşıyan ballard, spor arabasıyla otobanda giderken, yolların arasındaki o boş “ada”lardan birine düşen zengin bir adamı robinsonlaştırır bu sefer. cep telefonu çekmeyen, hemen birkaç kilometre ötede gökdelenleri görünen şehre bir türlü ulaşamayan adam otoban adasındaki hayatı keşfeder. küçük havuzlarında debelenen, sanki hayatta kalmaya çalışan kızlar da kalabalığın ortasında bu kadar yalnızdılar. çılgın bakışları, kimi zaman ifadesizlikleri, ne kadar delice olursa olsun rutinin böylesine sahneye taşınmış olması, sonunda ne yapmak istediğini bilen ve korkmadan sonuna kadar giden bir koreografla karşılaşmak o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. ortaya çıkan performans mükemmel değildi, fazla uzundu ama büyük bir potansiyel olduğu kesin. böyle kararlı işler yapmaya devam ederse maria coliopoulou izlenesi, takip edilesi bir koreograf olarak hafızalarımıza işler adını.


Yorum Yapın