
daha barselona’yı bile yazamamışken kapadokya’dayım. tuz gölü’nden sonra henüz ikinci orta anadolu serüvenim. elbiselerin üstünden bile insanı yakabilen kavurucu güneşin altında vadiler, tepeler arasında yürüyoruz. en terk edilmiş yerde büyükçe bir çalının gölgesine sığınmış bir köpek çıkıyor karşımıza bazen, bazen de daracık bir yolda bir ninenin kullandığı eşek arabası. en yüksek yerlerdeyken aşağıya baktığımda sapsarılığın ortasında at üstünde ilerleyenleri görüyorum. kendimi okumakta olduğum the sheltering sky’ın içinde gibi hissediyorum. güvercin evleri, 10-15 gün tatile gittiği için taklacı güvercinlerini komşulara kaptıran bir yaşlı adamın sızlanması, bahçelerden kopardığımız sulu salatalıklar, ağaçlardan topladığımız şeker kayısılar, buruk kocabağ şarapları, buz gibi karadutlar ve içine girdikçe derinleşen, genişleyen ve serinleyen, güvercin oyuklarıyla dolu odalar. hayat yavaş akıyor burada. yakıcı güneş, sarı coğrafya insanları sessizleştiriyor, turistler dışında yalnızlaştırıyor. kalabalıklardan en uzak olacağımız yerleri bulmak için kocaman cipimizle dağ tepe keşfetmeye devam ediyoruz…
Yorum Yapın